Handan ÇAĞLAYAN / BİANET
Deniz Fırat’ın[1] anısına
Tarih 6 Kasım 1991.
Yer, TBMM.
Milletvekili yemin töreni.
Kadınlar görünmeyecek kadar az. Ortama koyu renk takım elbiseler hakim. Bir de gözle görülecek denli yoğunlukta bir gerilim.
SHP listelerinden Meclise giren DEP’lilerin sıralarına yönelmiş hoşnutsuz bakışların olay vaat ettiği flaşlar, patlamaya hazır, beklemede…
Leyla Zana, o takım elbiseli zevat ve kimi öfkeli kimi hakir gören bakışlar arasından yemin etmek üzere kürsüye doğru yürüyor. Seçim çalışmalarında, miting alanlarında giydiği kırmızı çiçekli elbisesinin aksine o da koyu renk giymiş. Evinin içindeymiş gibi hareket ettiği o alanlardaki rahatlığı da yok üzerinde. Yabancısı olduğu ve kendini kabule istekli görünmeyen bir ortamda rahat olmayan adımlarla ilerliyor. Yemin metninden henüz birkaç kelime okumuşken, başındaki saç bandı nedeniyle Meclis kürsülerinden “indir o bayrağı” sesleri yükselmeye başlıyor. Seslere aldırmadan metni okumayı sürdürüyor Zana. Kürsülere vurma sesleri ve öfkeli haykırışlar daha yükseliyor. Ardından müdahaleye Meclis Başkanı da ekleniyor:
“Bir dakika, bakar mısın kızım!”
Zana, bu arbedeye aldırmamaya çalışarak donuk bir ses tonuyla metnini okumaya devam ediyor. Bağrışmalar sürüyor. Meclis Başkanının yukarıdan seslenişleri de: “Bir dakika, kızım!”, “bakar mısın?” Bakmıyor Zana, yeminini tamamlıyor. Ardından, başını okuduğu metinden kaldırıp kendine ait, canlı ve gür bir sesle:
“Min vê sondê ji bo gelê kurd û gelê tırk xwend [2]” diyor.
Sıralara vurma sesleri, patlayan flaşlar… Meclis Başkanı bir kez daha ama bu kez halkın tercihli oylarıyla seçilen bir milletvekiline değil de ataerkil toplumsal hiyerarşinin en altında yer alan küçük bir kız çocuğuna seslenir gibi sesleniyor Zana’nın ardından:
“Dursana kız!”.
Anlaşılan, seslenenin imgeleminde Zana herhangi bir kız çocuğu da değildi. Olmaması gereken yerde olduğu, söylememesi gereken şeyi söylediği için ayrıca “dursana kız!” diye azarlanabilecek bir kız çocuğuydu.
Yukarıdaki arbededen sonra, bu sefer sakin bir ses tonuyla Meclise hitap ederken duyuyoruz Başkanı:
“Sayın milletvekilleri, bu yeminin, ses çıkmadan duyulmadan yapılan bir yemini, ben de anlayamadım. (Alkışlar). Türkiye Cumhuriyeti bir kanun devletidir. (bravo sesleri, alkışlar.) O kanun devleti o kanunun gösterdiği şekilde yapılır. Bunun dışında herhangi bir şekil olursa, bir yemin olursa o yemin de yemin sayılmaz. O üye de üye olamaz. (“Aferin Başkan” sesleri ve alkışlar)
Ardından Leyla Zana’yı bir kez daha kürsüde. Yemini tekrarlayacak. Başkan:
“Yemine ilave ettiğim sözü geri alıyorum” de. Ondan sonra oku!”
“Sayın başkan zaten ben burada Kürt ve Türk halkının kardeş…”
“Lütfen, başka şey istemiyorum, “sözümü geri alıyorum” de. Yeminini yap!”
…
O gün Meclis kürsülerine vuranlar arasında Süleyman Demirel de vardı. Bir yıl sonra, 1992 yılında, Diyarbakır’da Ulu camiinin önünde yapılan mitingde “Kürt realitesini tanıyoruz” diyecekti. Ama 1991’de o realite henüz resmen tanınmamıştı. Kürtçe de öyle.
Leyla Zana’nın sarf ettiği tek bir cümlenin Mecliste uyandırdığı infial bundandı. Kardeşlik adına sarf edilmiş olmasının ise hiçbir anlamı yoktu. Meselenin esası, kanunlarca yok sayılan bir kimliğin, lafı dolandırmadan, anadilinde söylenmiş bir cümlenin doğallığında dışa vurulmuş olmasıydı. Hem de hiç olmayacak bir yerde, kendi kimlikleriyle girdikleri için zaten hoşnutsuzlukla karşılandıkları Meclisin kürsüsünde.
Ve bunun kanunlarca yok sayılan bir anadiliyle yapılmış olmasıydı tabii ki.
Meclis başkanının o dil için “aferin” denerek alkışlanmasına yol açacak şekilde “ben de anlamadım” ifadesini kullanması da bundandı. Yoksa Zana’nın ne dediğini en iyi anlayabileceklerden birisi oydu. Zira bunun kanıtı bizzat kendi aksanıydı. Başkanın trajedisi, kanunlar yok saydığı için, o kanunlar çerçevesi içinde kalarak kendi anadilini anlamamak dışında yapabileceği bir şeyinin bulunmamasıydı. “Ben de anlayamadım” diyerek alkış ve aferine nail olmasıysa, derinleştirmişti trajedisini.
İşin bu yönünü postkolonyal literatür ışığında yapılmış/yapılacak analizlere havale edip, Meclis İç Tüzüğü ile giydiği fraktan davranış kalıpları ve söylemine değin nasıl davranacağı belirlenmiş olan Meclis Başkanının o gün yaşadığı karmaşaya gelecek olursak, bunun tek sorumlusu Leyla Zana’dan başkası değildi tabii ki. Zana sadece sarf ettiği o bir tek cümleyle değil, bunun yanı sıra bizzat Meclisteki mevcudiyetiyle neden olmuştu söz konusu duruma.
Söylediği, hiç duyulmayan bir şey değildi kuşkusuz. Bu topraklardaki pek çok kimlik ve dil gibi Kürt kimliği ve Kürtçe de hep oradaydı. Zaten Mesut Yeğen’in vurguladığı gibi, Kürt kimliğinin ve dilinin yasaklanmasına yönelik her türlü düzenleme de aslında bu mevcudiyetin başka türlü tescilinden öte bir şey değildi. Kürtçe ilk kez o gün duyulmadığı gibi Kürtçe yasağına karşı yürütülen mücadele de o gün ortaya çıkmamıştı. Kürt kimliği ve diline yönelik inkarcı ve yasakçı uygulamalara karşı yürütülen mücadele hatırı sayılır bir tarihe sahipti. Kaldı ki Leyla Zana’yı Meclise taşıyan ve o cümlenin sarfedilmesini olanaklı kılan da bizzat bu mücadeleden başkası değildi.
Öyleyse farklı olan neydi? Farklı olan, Leyla Zana’nın yok sayılan şeyi bizzat yok sayıldığı yerde ifade etmesi ve bunun da inkar söylemini bir daha geri dönememecesine kendi içinde imkansız hale getirmesiydi.
Bugün Kürtçe üzerindeki yasakların tümüyle olmasa bile bir ölçüde kalkmış olmasının gerisinde kuşkusuz kolektif bir mücadele tarihi bulunuyor. Daha 90’ların başlarında Kürtçe konuşma yaptığı için hakkında dava açılan ve mahkemede de Kürtçe konuşmayı sürdüren Vedat Aydın’dan en son anadillerinde savunma yapabilmek için ölüm orucuna yatanlara değin göz ardı edilemeyecek bir süreç söz konusu. Zana’nın Meclis kürsüsünde sarf ettiği o cümlenin, bu sürecin önemli köşe taşlarından birisi olduğuna kuşku yok.
…
Aslında o günün önemi, sadece Leyla Zana’nın sarf ettiği andan itibaren resmi dil ve kimlik politikalarının eskisi gibi sürdürülmesini imkansız kılan o cümleden ibaret değildi. En az onun kadar önemli olan ve onun gibi ezber bozucu, dolayısıyla kafa karıştırıcı etkilere sahip bulunan başka bir husus da, Zana’nın mevcudiyetinin, kısacık TİP deneyimi istisna olmak kaydıyla Meclisin alışık olduğu hiyerarşilerle uyumsuzluğuydu. Meclisin hem toplumsal cinsiyet, hem yaş ve hem de sınıfsal kompozisyonu açısından bariz bir tezat oluşturuyordu.
Kuruluşundan bu yana kadınların temsilinin yüzde dörtlerde süründüğü bir Meclis açısından Zana’nın kadın olması kendi başına zaten uyumsuz bir durumdu. Üstelik de gençti. Buna ek olarak kişisel tarihi, o yüzde dördün profiliyle de uyumsuz kılıyordu kendisini. Bu son derece erkek Meclise ya liderin güvendiği bir çevreden olma ya da vitrin oluşturmaya elverişli bir eğitime/mesleki kariyere sahip bulunma avantajıyla girmeyi başarabilmiş hemcinslerinden hayli farklıydı. Ne Meclisteki mevcudiyetini katlanılır kılacak “iyi” bir formel eğitime sahipti ne de mesleki bir kariyere. O gün yemin etmek üzere kürsüye yürürken, kendisine yönelmiş bakışlarda okunan hakir görme ifadesinin, Meclis Başkanının kafası iyice karıştığında arkasından “dursana kız” diye seslenebilmesinin nedenlerinden biri bu olmalıydı.
Öfkeyi büsbütün arttıran ise bütün bu uymazlıkları ve dolayısıyla kafa karıştırıcılıyla “orada” olmasıydı. Varlığını görmezden gelmenin, onu yok saymanın olanağı yoktu. Çünkü vardı ve oradaydı. Oranın artık eskisi gibi olması mümkün değildi. Onunla etkileşim kaçınılmazdı. Bu haliyle, Kürtlerin tanınma doğrultusunda yürüttükleri mücadelenin genel olarak ülkenin siyasal yaşamı; hukuksal yapısı ile zihniyet örüntüleri üzerinde yaptığı zamana yayılmış etkinin, sarsıcı bir şekilde anlık tezahürü gibiydi adeta. “Ben varım, buradayım, bu çatının altında birlikte olmak istiyorum ama bu halimle, kendim olarak” diyordu. Ve onu görmezden gelmek artık mümkün değildi.
Öte yandan her ne kadar Meclise egemen olan profile hiç uymuyor olsa da aslında Leyla Zana’nın, onu Meclise taşıyan hatırı sayılır bir kariyeri vardı. Meclisteki hemcinslerinden farklı bir kariyerdi bu. Kişisel tarihiyle, partisini Meclise taşıyan toplumsal ve siyasal mücadele tarihinin sadece temsilcisi değil bizzat taşıyıcısıydı da. Onu Meclise taşıyan toplumsal dinamik içinde mağduruyla, militanıyla binlerce kadın vardı. Zana onlar sayesinde ama aynı zamanda onlardan biri olarak gelebilmişti Meclise.
Leyla Zana 20 yıl sonra 1 Ekim 2011'de günü Meclis'te bir yemin töreni için yine kürsüdeydi. |
O gün Mecliste hayli yalnız görünüyordu ama aslında hiç de yalnız değildi. Arkasında binlerce kadın vardı. Belki o güne değin görmezden gelinmeleri mümkün olabilmişti. Ama o günden sonra, artık kadınların varlığının da göz ardı edilmesi mümkün olmayacaktı. Zana’nın Meclise girişi, Kürt kadınların hem kendi toplumlarındaki ataerkiye ve hem de resmi dil ve kimlik politikalarının önlerine koyduğu engellere karşı yürüttükleri politik mücadelenin ve kararlılığın ortaya konması ve görünür olmaları açısında önemli bir dönüm noktası oldu.
Sonrası malum, o gün Zana’yı yalnız izlediğimiz Mecliste bugün çok sayıda Kürt kadın yer alıyor. 90’lardan bu yana değişen epeyi şey oldu. Partilerinin karar ve yönetim organlarında neredeyse yarı yarıya temsil ediliyorlar örneğin. Değişmeyen ise, bugünkülerin arasında da devasa bir mücadelenin, emeğin ve kadın dayanışmasının bulunuyor olması.
* Handan Çağlayan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde sosyal politika ve siyaset bilimi okudu. Doktora öğrenimini aynı fakültede 2006'da tamamladı. Hemşirelik, sendikacılık ve araştırma görevliliği yaptı. Sınıfsal, etnik ve cinsiyete dayalı ayrımcılık pratikleriyle bunların birbirleri arasındaki ilişki üzerine çalışmalarını sürdürüyor. Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar/ Kürt Hareketinde Kadınlar ve Kadın Kimşiğinin Oluşumu ve Kürt Kadınlarının Penceresinden / Resmi Kimlik Politikaları, Milliyetçilik, Barış Mücadelesi kitapları İletişim Yayanları'ndan çıktı. |
[1] Maxmur Kampı’na yönelik IŞİD saldırısında yaşamını yitiren kadın gazeteci.
[2] Bu yemini türk ve kürt halklarının kardeşliği adına okuyorum.