UNESCO Genel Direktörü İrina Bokova’ya geçen günlerde gönderdiği mektupla istifasını bildiren Livaneli, bu göreve Federico Mayor tarafından ‘Müzik ve edebiyat alanında dünya barışına yaptığı katkılar’dan ötürü atanmıştı. Sanatçı, istifa dilekçesinde “UNESCO’nun yapısı gereği hükümetler arası bir kuruluş olduğunu, devletler tarafından finanse edildiği için, hükümet politikalarını eleştiremez konuma düştüğünü” belirtti. İnsan hakları ihlallerine, düşünce ve basın özgürlüğüne vurulan darbelere dikkat çeken Livaneli ayrıca, “Bunlar karşısında susarak İnsanlık Zirveleri yapmanın ve soyut barış söylemlerinde bulunmanın, UNESCO’nun temel idealleriyle çelişki oluşturduğunu” vurguladı. Livaneli 10 Mayıs’ta Paris’te yapılan ‘İyi niyet elçiliği toplantısı’na ve İstanbul’daki ‘İnsanlık Zirvesi’ne de, bu etkinliğe verilmiş olan desteği eleştirerek katılmamıştı.
Halihazırda UNESCO İyiniyet Elçileri grubunda aktör Forest Whitaker, müzisyen Jean Michel Jarre, tasarımcı Pierre Cardin, CNN’in haberci ve yapımcısı Christiane Amanpour, cazcı Herbie Hancock ve Monaco Prensesi Caroline ile Claudia Cardinale gibi isimler de yer almaktaydı.
- Sizi bu kararı Türkiye ve dünya ölçeğinde almaya iten koşullar neler oldu?
O zaman sahiden işe yaradığımızı hissettiren işler yapabiliyorduk. Diyelim ki Yaser Arafat - Şimon Perez buluşmasını Granada - Elhamra Sarayı’nda yapan ekipteydim. Sonra, UNESCO 50’nci yılına özgü besteler yaptım. Ayrıca bir ‘Barış Kültürü’ programımız vardı. Dünya ölçeğinde çalışıyorduk. İşe yaradığımızı hissediyorduk. Fakat son dönemlerde öyle bir şey oldu ki, UNESCO - BM İyi Niyet Elçi grupları biraz, şık, eğlence ve dünyanın keyfini çıkarma haline dönüştü. Bu beni çok rahatsız ediyordu.
‘Kendini ısıtan bir soba’
Her yıl Paris’e gidiyorduk ve orada sinema yıldızları, ‘First Lady’ler, prens ve prensesler şık kıyafetleriyle geliyorlar, akşamları Seine Nehri üzerinde yemekler veriliyor. Burada herkes birbiriyle görüşürken ‘Barış iyidir, eğitim şarttır,’ gibi klişelere dönüşerek, ‘kendini ısıtan bir soba’ya dönüyor mesele. Bunlardan çok rahatsızdım ve eleştiriyordum.
Ama sonradan, özellikle hükümetlerle yakınlaşmalar beni rahatsız etti. Bilhassa kendi ülkemde; Türkiye’de. Hükümetle bu kadar yakın olmak, onları ‘meşru’ kılmak, kabul edilebilir hale getirmek bana yanlış geliyor; bir yandan İstanbul’da insani zirve topluyorsunuz, öbür taraftan bu ülkenin gazetecileri hapislere giriyor. Yargılanıyor, mahkûm oluyor, bir yandan saldırılar oluyor; sivil halka ateş açılıyor; bir yandan ‘tarihi mirası koruyacağım’ derken, Sur gibi bir tarihi mirası yok ediyorsunuz; ama bundan söz etmeyip şampanyalı İstanbul partileri yapıyorsunuz...
'Merhamet baloları'...
“Kızını koynuna alan, daha sonra buzdolabına koyan bir anne... Şimdi bunu, o ‘İnsani Zirve’de anlatın. Aynı şey, Sarıyer’de öldürülen Dilek için geçerli; onun ailesine anlatın. Ya da beyaz bayrak ve serumla dışarı çıkan insanlara anlatın bu zirveyi. Tabii, Körfez Savaşı’nda petrole, katrana bulanmış kuş örneği üzerinden veya şimdi hepimizi üzen Aylan Bebek için üzülmek kolay; ama bunları yaratan şartları, insanların neden buralara düştüğünü sorgulamamak, aslında gerçeği çarpıtmaktır. Gerçeğin bir parçasını söylerken büyük bir parçasını gizlemek, yalan söyleyip onu çarpıtmak demektir. Ben bütün bunların farkında olduğum için de o toplantılara gitmemeye başladım. Genel Direktör İrina Bokova, gayet yakın dostum. Sonuçta ona istifa mektubumu yazdım; aynı şekilde bizim büyükelçimize de yazdım. Bu beni rahatlattı sonuçta; çünkü bu insani zirve meselelerini gördükçe, iyice bardağı taşıran damla oldu bu. Mesela zirveye gelen ABD’li aktör arkadaşım Forest Whitaker, gelmiş orada sunuculuk yapıyor. İnanılmaz bir şey bu. En uygun tabirle, dediğiniz gibi “Merhamet Baloları” onlar.”
'Bildiğimiz Avrupa, yok'
CHP’den 2000’li yıllarda istifa edince de, basında Vatan’dan da istifa edince de çok rahatladım. Bu istifalar beni rahatlatıyor, çünkü, o kurumların sorumluluğunu taşıyamıyorum.
Ben, insanın başkasından önce, kendi kendisinden hesap sormasının gerekliliğine inanırım. Evet, burada bulunmanın bir prestiji var, kırmızı pasaportu var, ‘titr’i var, üstün geçiş imkânları var vb. ama ben bu avantajları taşımak uğruna kendi vicdanımla kendimi kötü duruma düşüremem.
- Hükümetin AB’ye ‘vizesiz geçiş yoksa anlaşma da yok’ diyen tavrını nasıl buldunuz?
Körfez Savaşı’nda da buna ‘At pazarlığı’ denirdi. Ben Avrupa Konseyi’nde de dört yıl çalıştım ve oradaki politikacıları yakından tanıma imkânı buldum. Benim daha önceden beslediğim hayallerim yıkıldı diyebilirim; dışarıdaki politikacıların da Türkiye’dekinden çok farklı olmadığını gördüm. Çok küçük vadeli çıkarlar uğruna, ilkeleri ayaklar altına alıyorlar. Artık bizim bildiğimiz Avrupa yok. Nesi önemli, parası mı, ordusu mu? İlkeleri önemli. Ama bunu Can da yazmıştır; Avrupa bugün kendine ihanet etmiş durumdadır.
Türkiye 15 yıl önce AB'ye daha yakındı
“Aslında AB bize çok sinsice bir oyun oynadı. ‘Sizi alacağız, müzakereleri açıyoruz’ dedi ama din özgürlüğü ve birtakım özgürlükler adı altında, bu halkın dönüştürülmesini de seyretti. Halk dönüştürüldükten sonra, zaten bugün olduğu gibi ortada AB diye bir şey kalamazdı. Türkiye, 15-20 yıl önce, kültür ve yaşam biçimi olarak AB’ye daha yakındı. Fakat bu, Batılıları hep rahatsız etmiştir. Batılı bunu pek kabul etmez. Sevmez. Dolayısıyla bu insanlar gelince, ‘Oh, bu insanlar Türklerdir’ dediler. Bizim tarihimizin en büyük çelişkisi budur: Fatih Sultan Mehmet ne denli ilerici bir padişahtır; resimlerini yaptırmış, Troya’ya gidip Homeros okumuştur. Ama oğlu Beyazıt gelmiş, ilk yaptığı iş de bütün resimleri indirtmek olmuştur.”
Güncelleme Tarihi: 26 Mayıs 2016, 18:06