Sevgili kardeşim…Sana bu mektubu Hakkari'den yazıyorum. Van'dan, Diyarbakır'dan, Muş'tan, Ağrı'dan, Batman'dan, Şırnak’tan…
Lice’yi, etrafı dağlık, devasa bir ova olarak düşünün. Hayvanların otladığı, karpuzların olgunlaşmaya başladığı, altın sarısına boyanmış tarlaların masmavi gökyüzüyle rekabet ettiği anayolda ilerlerken tek tük insana rastlıyorsunuz.
"Panzerler üstümüze kalkar"dı Enver Gökçe'li yıllarda. Bugünlerde Silvan'da sadece panzerler değil, polis akrepleri, TOMA'ları da üstümüze kalkıyordu.
Orhan Aslan ile Emrah Aydemir 16 ve 15 yaşlarında iki çocuk. Ağrı’nın Diyadin ilçesinde yaşıyorlardı. 13 Ağustos akşamına dek. İkisi de yoksul ailelerin çocukları. 10 TL yevmiye ile bir fırında çalışıyorlar. Orhan 7 ay, Emrah 10 gün olmuş çalışmaya başlayalı
Evet, Erdoğan takıntım var, saklamıyorum. Üstelik epeyce derine giden bir takıntı bu. Erdoğan’ın yaptıkları aklımdan hiç çıkmıyor. Psikolojik bir sorun mu yaşıyorum? Hayır.
Çocuktuk, büyüdük koca adam olduk…Değişen çok şey gördük ama değişmeyen zihniyeti hiç görmedik. Bir türlü de göremedik.
Sabah ezanından hemen sonra, büyük bir gürültüyle, bağırma sesleriyle uyandık. bağırmaların şiddeti gittikçe arttı. “Çıkın lan dışarı, şerefsizler…”
Bu sabah yine bir katliam haberi ile uyanıyorum. Bu sefer polis Silopi’de halkı taramış. Ben bu satırları yazdığımda 3 kişi ölmüş, 15’in üzerinde de yaralı vardı.
Durduğumuz her yerden barış çığlıkları haykırmanın tam da zamanı. Yanımda sen de olacaksın, ey özgür ve barışçıl yaşam. Ey kardeşlik!..
Mezarının üstüne kapanmış, şehit oğluna ağıt yakan o ananın sesi kulağımdan hiç gitmeyecek. Çığlığı da öyle, içimde hep çınlayacak. O ses bana Kobanê’nin ne olduğunu çok iyi anlattı.
KOBANÊ: "Allah’a reva mıdır bu hayat?" Bu soru işaretinin çengeli, daha Kobanê’ye girerken sipsivri bir ok gibi iç dünyama asılıyor.- - Taş üstünde taş kalmamış.
Ortalık toz, duman, ateş, savaş, ölüm, kan. Cephelerde orduların savaşı değil (1990’ların kirli savaşı bile değil), herkesin birbirinin düşmanı kesildiği, kötücüllüğün toplumu sardığı, her çeşit yalanın kol gezdiği, vicdanın yitirildiği, insanî-ahlakî değerlerin sıfırlandığı bir ülke…
Erdoğan’ın 7 Haziran yenilgisini bir erken seçimle tersine çevirmek ve 276 milletvekilinin üzerine çıkmak için her türlü kanlı tuzağı kuracağına, ‘derin devlet’i acımasızca kullanacağına dair yaygın bir inanç dikkati çekiyor.
Melez bir yaz sabahı... Gökyüzü mavilikler kuşanmış. Evren tümden siyahi. Kalleşlik kokuyor Suruç semaları.
Unutmayın, sesinizi hafif düzeyde yükselttiğinizde bile, bir insanın hayatını kurtarabilirsiniz.
Seçim bitti ama 'her şey' asıl şimdi başlıyor… Konuşma zamanı bitti, icraat zamanı başlıyor.
Erdoğan 7 Haziran’da kendini oylattı. Ama kaybetti. Hem de fena halde kaybetti. Şimdi siyaset sahnesine Gül çıkıyor.
Dikenli sınır telleri, onlar için ölümle yaşam arasındaki son çizgi. Toz toprak ve kan ter içindeler. Tüm hayatlarından arta kalanları bir denke, bir çuvala doldurup Akçakale sınır kapısına dayanmışlar.
'Durumun göründüğünden daha karmaşık olduğunu fark ettim...'
Sonuçlarda sürpriz yok, beklenildiği gibi: CHP ve MHP kazanmadı, kaybetmedi. AKP kaybetti, HDP kazandı. Özetle bu.
Sözü uzatmak gerekmiyor, seçimin tek mağlubu var.
Elbirliği ederek ne dedik bu insanlara? -"Gelin siyaset yapın, haklarınızı siyaset yaparak elde edin" demedik mi? -"Sözlerinizi Meclis'te söyleyin" demedik mi?
Demirtaş’ın evine polis baskını çok tehlikeliydi, Demirtaş infaz edilecekti, dikkatli davranmasa, kapıları açsa infaz edilecekti. İnfaz edilseydi birilerinin üzerine atılacaktı. “Demirtaş’tan hazzetmeyen Öcalan’ın işi” diyeceklerdi.
Evet, Selahattin Demirtaş'a ve HDP'ye çok kızıyorum. Aslında gizli bir kızgınlık bu. Tek taraflı bir mesele.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Yenikapı'da "İstanbul'un Fethi" töreni adı altında "İktidar fetişizmi" mitingi yapıyordu.