Kömür karasıdır kanayan...

Sorumluluklarını pişkinlikle üstlerinden atmaya çalışanlara bakalım ve onların yerine insanlığımızdan...

Kömür karasıdır kanayan...
Sibel  YERDENİZ / T24

Beni bırakma, dediydi. Ama ne yapacaksın? Kendin kaçacaksın mecbur. Direğin çatırtısından belli olur. O zaman kaçtın kaçtın.  Ayağından yakalayıverir toprak. Üstünü örtüverir.


“Benim uşaklara bari bak,” dediydi arkamdan. Bakardım. Benimkilerden ayırmazdım. Zaten benimkiler olmasa, bırakıp kaçmazdım.

Gözüme girdin, dediydi. Kazma tutuşundan bildim. Senden iyi usta olur. Alışana kadar yanımda çalış bundan sonra. Sevindiydim. O yaşta akıl ermiyor tabii. İyi bir şey sanıyor insan. Bir daha çıkamayacağını hesap etmiyor.

Dirseklerim hep yara. Kazma sallamaktan. Anlatırdı da dedem, inanmazdım. O kadar alçak olur mu, diye. Dinlerken bile korkardım. Korku falan yok şimdi. Alışınca. Ancak, beziyor insan. Yattığı yerde uyuyası geliyor. Yazın serin, kışın sıcak. Bir daha kalkmayası geliyor. Uyur gibi olurmuş. Uyuyorum sanırmış adam. Gazı soludukça. Anlamazmış. Sonra gerçekten uyurmuş. Bir daha uyanmazmış...

Bıraksam ben de. Başka iş bulsam. Elimden ne gelirse artık. Burada olmazsa başka şehirde. Gidip de dönen yok. Demek ki geçiniyorlar. Ama bırakıp giden yok. Deli derler adama. O kadar uğraştık biz, giremedik, sen bırakıyorsun, derler. Girmeseydin, derler. Bırakan olmadı benim bildiğim, bir şey gelmeden başına.

Yukarı çıkınca “ben bir daha içeride çalışmam” dediydi. Kim dinledi? Hem de aynı yere, aynı ayağa verdiler. Gitmeyip ne yapacak? İş nerde hani?

Kendi kurtulsa bile, içeride kalanın halini düşünmez mi sanki insan? Aklı orada kalmaz mı? Dönüp dolaşıp oraya kapanmaz mı? Uykuda bile. Neredeyse her akşam toprak altında kaldığını görmek. Zifir karanlıkta. Nefes alamamak. Bağırmak.

“Biraz daha adam yollayın buraya. Buradan delersek tam yanına çıkarız. Biliyorum nerede olduğunu,” dedim.

Tam da bilmiyordum aslında. Bir şey yapmış olmak için. Beklememek için. Çöken toprağı bir haftada kaldırmazlardı. Şans işte. Kader mi diyeyim? Olduğu yere denk geldi. Onu bıraktığımı düşündüğü yere. Orada olmasa ne yapardım. Bulana kadar kazar mıydım toprağı? Her şeyi değiştirir kayan toprak. Bir kere yanılırsan hep yanılırsın. Boşuna uğraşırsın.

“Boşuna uğraştırma bizi! Çöken sadece burası değil. Başka kaç kişi var kimbilir.  Herkes çok yoruldu,” dedi görevli.

Yoruldum ben de. Bu yaşta yoruldum. Dinlenemiyorum. Kaç saat uyusam da dinlenemiyorum. Sabah aynı işe gideceğini bilince dinlenemiyor insan. Kafası dinlenmiyor bir kere. Dinlenmiş bir kafa belli olur. Dişlerinden belli olur. Gözlerinden belli olur. Gözlerini kaçırmaz senden. İçine içine bakar. İçini ısıtır. Bizimkisi hepten buz...

“İlk gün elimle epey kazdım, tek elimi oynatabiliyordum. Baktım olmayacak bıraktım. Kendimi de bıraktım...” dedi. “Aklımda sen vardın hep. Kurtuldu mu, diye. Hem kurtulsun istiyor insan, hem istemiyor. Kendi başına ölmek istemiyor. Arkasından yemek yensin, dua edilsin falan istemiyor. Orası çöktüyse, dünya da çöksün istiyor... Ne çok yemeğini yedik içeride kalanların. Çıkamayanların. Onlar da öyle mi düşünmüşlerdir?”

İki sefer kurtulduk, üçüncüde kesin götürür. Yerin beş kat altı. Bulamazlar da. Yavaş yavaş kömür oluruz biz de. Çocuklar bari bununla uğraşmasa. Başka iş olsa. Köyü de geçtim, başka şehirde olsa. Başka bir hayat. O kadar değişir ki her şey. Bu pencereden izler gibi izlerim o zaman hayatı. Önümden yavaş yavaş akıp gider. Kıyıdan seyrederim. Böyle debelenip durmam içinde.

Şu borçlarımı ödesem. Hesabı toplasam, kapatsam. Ne aldık, ne verdik? Gerçi sormaya korkuyor insan. Bütün alışverişimiz aynı yerden. Aydan aya verdiğim var. Veremediğim var.

“Benim uşaklara bari bak!..” Bakardım. Benimkilerden iyi bakardım. Çocuk bakmak kolay burada. Yedikleri ne...

Ama ya sonra?

Benim gibi olacaklar. Bu yatakta yatacaklar. Erkenden. Geceyi bilmeyecekler. Karanlıkta kalmaktan korkacaklar. Hep aynı karanlıkta kalacaklar. Gözleri ışıl ışıl bakamayacak. Baksa da kimse göremeyecek. Gözleri hep kirli olacak. Tozlu olacak. Yıkamakla çıkmayacak. İş elbiseleriyle çarşıya inemeyecekler, inip bir çay içemeyecekler. Çaylarını hep evde içecekler. Zaten çaydan başka bir şey de içemeyecekler. İçerken hep uyuya kalacaklar. Yorgunluktan.

Uykularında vagonlar geçecek. Kömür dolu vagonlar. Vagonlar dehlizlere girip çıkacak. Onları doldurup boşaltacaklar. Sabahlara kadar çalışacaklar. Uykuda bile çalışacaklar. Ölünceye kadar...

***

Dışarıda “Yapma, karnındaki çocuğu düşün,” diye kendisini teskin etmeye çalışanlara;

“Babasız büyüyecek çocuğu ne yapayım. Ayağı, kolu kopsa da razıyım. Yeter ki oradan çıksın. Nefesini duyayım, yüzüme baksın yeter,” diye isyan eden genç gelin,

“Ekmeğin haram olsun bu kursağıma, sen kömür yuttun ben ekmek, nasıl kıydım da seni gönderdim bu dipsiz kara kuyulara. Tuh yazıklar olsun bana,” diye ağlayan yaşlı baba,

“Oğul ben ne derim şimdi bebelerine? Bu aptal kafam akıllanmadı. Kocamı yuttu yetmedi, şimdi de oğlumu mu yutacak karanlıklar? Ne vardı çekip gitseydik buralardan? Bir arsız boğaz nerde olsa doymaz mıydı?” diye ağıt yakan dul ana,

Aşağıda, yerin yedi kat altında, ‘Araf’ta, son nefesini vermekte olan maden işçileri...

“Beşik alacaktım akşam işten çıktığımda. Hep erteliyorum. O kocaman beşiği sırtlanarak götürecektim akşam eve. Karımın yüzü sevinçle aydınlanacaktı. Odaya yerleştirecektik. Cam kenarı soğuk orası olmaz. Kapının yanı, yok uygun değildi. İki üç deneme sonrası karar verecektik. El ele, bebeğimizin o beşikte uyuduğunu hayal edecektik...

Korkuyorum. Buradan çıkamamaktan, bir daha günü, güneşi, karımı, doğacak çocuğumu görememekten korkuyorum.

Buradayız. Karanlıkta... Birimiz “Anne!” diye bağırıyor uykuda gibi... Hangimiz o bağıran, önemli değil. Hepimiz oluyoruz o anda. Annelerimiz düşüyor aklımıza sızım sızım, çığlık çığlık... Kızım! Oğlum! her seslenişte baba oluyoruz, çocuk oluyoruz, kardeş oluyoruz, her birimiz. Her acı bir diğerini tetikliyor.

Buradayız. Karanlıkta... Ama ölmeyeceğiz. Karanlık bitecek. Dışarı çıkacağız. Gün ışığı gözlerimizi alacak, yine de yummayacağız. Yaşlar süzülecek, gözlerimiz acıyacak, yine de yummayacağız... Ailelerimiz orada olacak. Bize koşacaklar isimlerimizi söyleyip. Adımızı onların sesinden duyacağız bir kez daha ve hep...

Kollarımızı kocaman açıp sığdıracağız onları sinemize. Hiç biri kalmayacak dışarda. Koklayacağız onları. Önce ağlayacağız sonra güleceğiz birlikte.

Yaşamak için dua ediyorum. Karım dul, çocuğum yetim kalmasın diye dua ediyorum. Sessizlik sona ersin diye dua ediyorum. Dualarım kabul olsun diye dua ediyorum.

Ya Rabbi! Ne çok karanlık…”

Başbakan, koruma ordusuyla gittiği Soma’da halkını teselli ediyor; farklı zamanlarda dünyada gerçekleşen maden kazalarından örnekler ve rakamlar veriyor. "Literatürde iş kazası var, bunlar olağan şeyler," diyor.

Dünden bu yana ‘rakam’lar geçiyor önümüzden 5, 15, 17, 70, 151, 166, 201, 232, 245...

Ürkmeyelim diye, yavaş yavaş geçiyorlar. Üzülmeyelim, öfkelenmeyelim, isyan etmeyelim, aklımızı kaçırmayalım diye.

Sadece rakamlar. Öyle düşünüyorlar. Olağan şeyler.

Oysa onlar ‘rakam’ değil. Onlar maden işçileri. Onlar insan. Her biri. Birilerinin oğlu, kocası, babası, kardeşi, arkadaşı, yoldaşı...

Buzhanelerde, kömür karası kanıyor bedenleri. İçimize içimize, sıcak sıcak kanıyor...

Sadece rakamlardan ibaret ‘insan siluetleri’ görmek istiyorsak devletimize bakalım. Memleketi yönetenlere. Bu katliamlardan sorumlu olanlara. Sorumluluklarını utanç verici bir pişkinlikle üstlerinden atmaya çalışanlara.

Gözlerimizi kaçırmadan bakalım. Bakalım ve onların yerine insanlığımızdan utanalım.

Güncelleme Tarihi: 15 Mayıs 2014, 17:37
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER