05:30’da evine baskın yapılarak gözaltına alınan Hamza Aktan, yaşadıklarını T24‘e yazdı.
Aktan’ın “Adli kontrolle gazetecilik…” başlıklı yazısı şöyle:
Yaralanan insanlar genellikle yaralanma anında acı hissetmediklerini söyler. Yara çok taze ve sıcak olduğundan acısı da henüz bedene yayılmamıştır. Kimisi o anda bayıldığı için de acıyı hissetmez. Ama çoğunluk o yaralanmanın acıları ve olumsuzluklarıyla bir süre sonra baş başa kalır. Türkiye son 9 aydır böyle bir yaralanma sürecinden geçiyor. Tek tek insanlar yaralanmaların etkilerini hissetmeye başladı, ancak ülkenin tamamının bu şokun yansımalarıyla yüzleşmesine daha vakit var gibi. Bu sürecin biraz daha zaman alacak olması Türkiye’ye nasıl bir yaralanma yaşadığını söyleyenlerin iyice azalması, var olanların susturulmaya çalışılması, kimisinin de bu yarayı gizlemesinden kaynaklanıyor. Britanya’nın 1. Dünya Savaşı dönemindeki başbakanı David Lloyd George’un dediği gibi, “İnsanlar sahiden gerçekleri bilseydi, savaş yarın durdurulurdu.” Ancak insanların sahiden gerçekleri bilmesinin önüne geçmek için 90’larda olduğu gibi şimdi de her yola başvuruluyor.
Geçen yılın 24 Temmuz’undan bu yana yaşananlar Türkiye tarihi kadar Türkiyeli Kürtlerin tarihinde de kolay kolay unutulmayacak bir dönemi ifade edecek. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki veya Osmanlı’nın son dönemlerindeki hiçbir Kürt isyanında şu son bir yılda yaşadıklarımızın kapsam ve ağırlığında bir süreç yaşanmadı. Cizre, Nusaybin, Silopi, İdil, Sur, Yüksekova ve Şırnak başta olmak üzere onlarca kentte yaşanan yıkım ve tahribatın boyutları savaşan iki tarafın bile tahayyüllerinin ötesinde bir noktaya vardı. Bu süreçte gazetecilere bırakılan tek seçenekse 90’ların Anadolu’dan Görünüm veya Perde Arkası versiyonlarının HD halini çekmek oldu. Bu teklifi kabul etmeyenlere neler yapıldığıysa artık sıradan bir Brezilyalının dahi bilgisi dâhilinde.
Buradan bakınca on yıllardır gazeteciler, hak savunucuları, siyasetçiler, tabii en başta da on binlerce Kürt’ün başına gelen yargı felaketleri karşısında benim 30 Nisan’da yaşadıklarım bahse değer değil aslında. 6 Mayıs Cuma günü gazeteci Can Dündar’ın gözlerimizin önünde, iki-üç metre ötemizde suikast girişimine maruz kalması karşısında artık söyleyecek pek fazla sözün kalmaması gibi. Yine de ilerisi için bir not düşmek, en temel, sıradan gazetecilik faaliyetinin nasıl kriminalize edilmeye çalışıldığının bir başka ve yeni örneği olarak hakkımdaki soruşturmayı ve tabii bir ön cezalandırma olarak gözaltına alınma sürecimi paylaşma ihtiyacı duyuyorum.
Gözaltı
30 Nisan Cumartesi sabahı saat 05:30’da İstanbul’daki evimin kapısı daha önce hiç vurulmadığı bir gürültü ve sertlikte çalındı. Yataktan fırlayıp kapıya koştum, “kapıyı aç, polis” bağırtıları arasında kapıyı açtım. Yüzleri maskeli, ellerinde uzun namlulu silahların olduğu polislerin “yere yat” komutu üzerine yavaşça oturdum, hemen içeri giren polisler hızla evin içine dağıldı. Yüzü maskeli polislerden biri bana mahkeme kararını gösterdi, uyku sersemliğiyle okumaya çalıştım, “örgüt propagandası” vs gibi şeyler gözüme çarptı, “peki” dedim. Polisler içeride arama yaparken beni salondaki koltuğa oturttular. Kendilerine “zili çalsaydınız da kapıyı açardım, telefonla arasaydınız gelir ifade verirdim” dedim, “yapmışsındır bir şeyler” demekle yetindiler. Sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı kentlerle ilgili bir rapordan sayfalar masanın üzerindeydi, önce onu sordular, anlattım. Yarım saatten fazla süren ev aramasında her yere baktılar, gözlerine ilişen kitap veya kağıtları gelip sordular, bir tek “Kürt Gerçeği” isimli, Kürtlerin bir millet olmadığını, Türklerin bir boyu olduğunu kanıtlamaya çalışan kitabı merak etmediler. İki bilgisayarım, cep telefonum ve flashdisk’ime şifrelerini de tek tek alarak el koydular. Sonra evden çıktık, önce Haseki Devlet Hastanesi’ndeki muayeneye, ardından Vatan Emniyet Müdürlüğü’ndeki nezarethaneye götürdüler. Herhalde şanslı bir Kürt/gazeteci olduğum için ilk kez 33 yaşında nezarethaneyle tanıştım. Öğle saatlerine kadar uyumaya çalıştım, olmadı. Bir polisin “şurada kitaplar var” deyip yönlendirdiği dolaptaki 20’ye yakın kitaptan “Kara Kitap’ın Sırları”nı aldım.
Orhan Pamuk’un 33 yaşındayken yazmaya başladığı Kara Kitap’ı nasıl yazdığını anlattığı çalışmasını hayli uykusuz olduğum için sadece resimlerine bakarak okumaya çalıştım, çok güldüğüm notlarıyla karşılaştım. Öğle saatlerinde avukatlarım Dilan Öğüz Canan ile Zeynep Ceren Boztoprak da vardığında polis ifadesine başladık. Dosyayı önceden gören avuk
Güncelleme Tarihi: 09 Mayıs 2016, 15:56