Önder: 'Aziz Nesin'in hayatını filmleştirmek isterim'

Sırrı Süreyya Önder: "Aziz Nesin’in hayatını Bursa sürgünü ile başlatıp mahkemeler üzerinden anlatmak iyi olurdu. Final görüntüsü hiç hafızamdan çıkmıyor: Çatalca’daki taşsız mezarının üzerinde top oynayan yoksul çocuklar..."

Önder: 'Aziz Nesin'in hayatını filmleştirmek isterim'
Politikacı değil, milletvekili değil, belediye başkan adayı değil sadece okur Sırrı Süreyya Önder var karşımda. Çocukluğunda, cezaevi yılları ve sonrasında hep kitaplar olmuş hayatında. İşte okur Sırrı Süreyya Önder’in hikâyesi…


Nasıl bir evde büyüdü Sırrı Süreyya Önder?


On yedi yaşına kadar bir göz odalı evde dört kardeş, bir ana beş kişi yaşadık. Banyosu odanın eşiğindeydi. Mutfağı,  kuyunun yanındaki gaz ocağından ibaretti. Tuvaleti dışarıda, suyu da kuyudan çekip, giderken yanımızda götürürdük. Anam ilk apartman dairesini gördüğünde evin içine sıçıyorlar demişti. O bir göz oda da neredeyse Nuh’un gemisi gibiydi. Her mahluktan bir çift vardı; yılan, akrep, fare, kurbağa, evet kurbağa bile vardı.

Kitaplar?

Evde fiziksel olarak kitaplık yoktu ama çok kitap vardı. Babam sosyalistti, Türkiye İşçi Partisi’nin Adıyaman İl Başkanıydı, bir proleterdi. Çok kitabı vardı ama 12 Mart cuntası dolayısıyla saklanmıştı. O kitaplar evimize tekrar gelene kadar Risale-i Nur külliyatını hatmettim. Bir gün o kitaplar geri geldi, kutu açıldı, en üstte Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si vardı. Aziz Nesin’in Hoptirinam ve Bir Sürgünün Anıları da sırayla okuduğum diğer kitaplardı.

Okuduğunuzda sizi çarpan ilk roman?

Yılmaz Güney’in  Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz romanı… İsyan eden sübyan mahkûmların öyküsü ve yoksulluğun Kemalettin Tuğcu öykülerinden daha farklı bir şey olduğu, sonunun pek mutlu bitmediği, isyanın,  direnişin  ve onurun ne yüce bir şey olduğu gerçeği ile bir  edebiyat ürününde ilk çarpışmamdı..Orhan Kemal’i anlamamıştım yaşım gereği fakat Yılmaz’ı anladım. Bir anladım, pir anladım.

Peki, şimdi nasıl kitaplar okur Sırrı Süreyya?

Tam anlamıyla kırkambar… Elime ne geçerse... Sahaflardaki eski tarihli il yıllıkları ve kötü, hamasi, ağdalı bir dille yazılmış romanlara  özel bir düşkünlüğüm var. Tavşan boku misali önemsiz bir hayat yaşamış mevki makam sahiplerinin fiyaka katılmaya çalışılmış anıları da hastası olduğum kitaplardan… Hece vezniyle yazılmaya çalışılan, onu da çoğunlukla tutturamayan ya da “geldi kafiye, gitti Safiye” uydurukluğuna hapseden, taşra matbaalarında basılmış şiir kitaplarından bir sergi açabilirim. Böyle kitapları bulduğumda hazine bulmuş defineci duygusu yaşıyorum. Hele bir de içinde akrostişli şiirler varsa değme keyfime.

Güncel edebiyatta takip ettiğiniz yazarlar vardır herhalde…

Var tabii… Seray Şahiner mesela… Şu an hali hazırdaki yoksulluğu en iyi anlatan öykücülerden birisi. Burhan Sönmez ve Yavuz Ekinci’yi çok seviyorum.

“Kütüphanem yüzünden ev bulamıyorum”

Siz bir süre cezaevinde kaldınız, o zamanlar kitap okuyabiliyor muydunuz?

1984 yılına kadar değil kitap mektup bile okuyamıyorduk. Sonra cezaevi kütüphanesinin kitap listesi dağıtıldı. Oradan seçiyorduk. M. Kagan’ın Estetik kitabı sakıncasız bulunmuştu. Bu arada Kagan’ın ön adındaki bu ‘M.’ Nedir halen bilmem,  Onu okudum ve dünyam bir kere daha değişti. Artık bir sanat eserine nasıl bakılır, nasıl okunur, nasıl değerlendirilir üzerine ilk defa bir fikrim olmuştu. Belki sezgisel olarak bildiğimiz şeyler ete kemiğe bürünmüştü. Bu bütün koğuşa yayılınca da hepimiz sanat eleştirmeni kesilmiştik. Allahtan bir müddet sonra bu fırtına dindi de sanat elimizden  kurtuldu! Rus edebiyatını cezaevlerinde hatmettim. Bir de Kemal Tahir’i… Bir günde bitirdiğim kitapları oldu. Yapısalcıları Ulucanlar’da Tanpınar’ı Haymana Cezaevinde keşfettim.

12 Eylül dönemi… O dönemden kitaplarla ilgili yaşadığınız bir olay var mı?

Arandığımız  için saklandığımız evde SBKP parti tarihinin özetini çıkarıyorduk ve daha birçok sol klasiğinin. Yakalandığımızda  yakmaya gerek görmedik. Mahkumiyetimize delil olarak değerlendirildi çok şükür. Memleketteki bütün kitaplarım yoksul evimizin kışlık yakacağı olmuş. Bunun hıncını tahliye olduktan sonra çıkardım.

Ne yaptınız?

Şöyle oldu, elim biraz para görünce ilk yaptığım şey İletişim Yayınları’nın katalogunda ne varsa hepsinden bir adet sipariş vermek oldu. Telefondaki kadın, bu görgüsüzlüğün altında ne var acaba duygusuyla bir arkadaşlarını göndereceklerini ve siparişi ona vermem gerektiğini söyledi. Sanırım 1989 yılıydı ve işte o gün gelen arkadaş Yetvart Danzikyan’dı.  Bir dolandırıcı ile mi karşı karşıyayız sorgusunu “peşin ödeme” seçeneği ile bertaraf ettim. Yeni kütüphanemin ilk harcını o zaman attım. Delice bir okuma ve yeniden okuma dönemine girdim. Bugün  on binin üzerine çıkan bir kütüphaneye ulaştım. O kelek soruyu soracaklar olacaktır tabii ki, “Hayır hepsini okumadım...” Bu kütüphane yüzünden makul bir fiyata  kiralık ev bulamıyorum. 

Türkiye’de yeterince yakın tarih ya da siyasilerin anı kitapları var mı sizce…

“Yeterince”ye bir ölçü bulsak bu soruya da bir cevap verebiliriz belki. Miktar açısından bakarsak tüm yayınlarımızı toplasak  batıdaki bir üniversite kitaplığını doldurmaz. Nitelik ve dürüstlük ölçüsüyle bakmayı denesek, kitabın halen suç delili sayıldığı bir ülkede kimi suçlayabiliriz?

Peki ya hayatınızda edebiyat olmasaydı?

Yavan olurdu kesin. Fizik de olmazdı kimya da belki biyoloji bile olmazdı. Bu arada edebiyat bölümünden tıp fakültelerine girilememesi ne garip değil mi?

Nasıl yani?

Sanatçı  hekim çokluğuna baktığımızda size de garip gelmiyor mu? Şiirden anlamayan, sanata uzak bir hekime kendimi teslim etmezdim. Kalbime bakan hekim Mustafa Özcan Soylu ile her seferinde en az kalbimi konuşuyoruz. Sanattan edebiyata, yeni çıkan kitaplardan filmlere gezinirken arada anjiyo yaptı farkına bile varmadım.

Kürt meselesine gelelim. Edebiyatta yeterince yer buluyor mu sizce?

Bu konuda herkese Müslüm Yücel külliyatını tavsiye ederim. Agora Yayınları’ndan alıp okusun merak edenler.  Ben bu konudaki aydınlanmamı ona borçluyum. Osmanlı-Türk Romanında Kürt İmgesi ve Türk Sinemasında Kürtler isimli çalışmalarını özellikle tavsiye ediyorum. Okuyanlar salt bir araştırmacı değil has bir edebiyatçıyı da  eğer halen tanımamışlarsa tanımış olacaklardır.

Benim kafamı hep meşgul eden soru şu; Türk edebiyatını biz neye göre tanımlıyoruz? Türklerin yaptığı edebiyat mı yoksa Türkiye’de Türkçe olarak yapılan edebiyat mı?

Türk edebiyatı yerine Türkiye edebiyatı deseydik bir nebze çözülebilirdi. Gerisi Kürtçenin eğitim dili olmaması ile ilgilidir bir anlamda. Kürtçe konuşma yasağının mülga olmasının üzerinden  çok uzun yıllar geçmedi. Kürtlerin Türkçeyle yaptığı edebi üretimler bize ödünç verilmiştir. Orhan Pamuk ya da Elif Şafak’ın İngilizce yazdıkları kitaplar eğer İngiliz edebiyatına sayılıyorsa biz de Kürtlerin yazdıklarını kendi hanemize sayabiliriz.

Şimdi yönetmen Sırrı Süreyya Önder’e soruyorum; Filmini yapmak istiyorum dediğiniz romanlar, hayatını film yapmak istediğiniz yazarlar oldu mu?

Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna  romanını Barış Pirhasan senaryolaştırmaya başladı. Üstelik içine yazarının hayat hikâyesini de katarak yapacak bunu. “Ver hoca bunu ben çekeyim” diyorum. “Olmaz lan!” diyor… Bu vesile ile belki imana gelir… Bunun dışında Aziz Nesin’in hayatını “mahkeme” ismiyle filmleştirmek isterim. Bursa sürgünü ile başlatıp, mahkemeler üzerinden anlatmak iyi olurdu. Final görüntüsü hiç hafızamdan çıkmıyor. Çatalca’daki taşsız mezarının üzerinde top oynayan yoksul çocuklarla bitirirdim…

“Devlet rapor okuyor, Kitap suç delili”

Türkiye’de biliyoruz ki siyasetçilerin edebiyatla öyle pek de okumakla, edebiyatla arası yok… Devlet katı hatta edebiyatla barışık da değil gibi…

Bu devlet kurulurken sanatçısına, aydınına, halkına bir söz vermiş ve o sözüne hep sadık kalıp tutmuş.

Ne sözü?

Size bir kere bile gün yüzü göstermeyeceğiz sözü… Devletin rapor okumaktan kitap okumaya vakti olmuyor. Edebi üretimleri de, ondaki hayat özünü damıtmak, ondan nasibine düşeni almak temelinde okumuyorlar. Mahkeme bilirkişisi gözüyle okuyorlar. Bu devletin şimdiye dek yazılı-çizili hiçbir üretimle başı hoş olmamış, bu gidişle de hoş olacağa benzemiyor. Bak mahkemelerde hala suç delilleri arasında kitap var. Eğer bu kabinenin yarısı kitap okuyor, edebiyat okuyor olsaydı böyle olmazdı herhalde…

Kızınız Ceren’in kitaplarla ilişkisinde sizin rolünün ne oldu?

Biraz baba hinliğiyle akşamları bir mevzu açardım… Mevzu ilgisini çekerse “ Aa dur bakalım şurada bu mevzuyla ila ilgili şöyle bir kitap olacaktı” derdim. Birlikte arardık kitabı. Sonra o ilgili bölümü okurduk. “İstiyorsan sen devam edebilirsin” derdim. Öyle bir yöntemle benden daha yetkin okumalar yaptığını düşünüyorum şimdi. Edebiyata çok düşkün, şiir yazıyor. Ceren sağ olsun kitap danışmanım oldu, “Baba şu kitabı okumalısın” diyor mesela… Ben iki yıldır çok yoğun okumalar yapamıyorum. Eskiden gece yatmadan önce okurdum ama gözler de bozulunca daha az okumaya başladım.

İmralı’ya giderken Öcalan’a götürmek üzere kitap alıyor musunuz? 

Her gittiğimizde kitap alıyoruz. Tabii hep okuduğumuz kitaplardan seçiyoruz. En son Michael Mann’ın Demokrasinin Karanlık Yüzü’nü gönderdim. Bir de solcu İsrailli bir yazar, Avishai Margalit’in Uzlaşma ve Kokuşmuş Uzlaşmalar kitabını. Demokrasinin Karanlık Yüzü etnik temizlik meselesine bakışı anlatan başarılı bir kitaptır. Bu iki kitap elimde parça parça oldu. Birlikte okuyorum ikisini. Bu röportajın kitap önerisi de bu iki kitap olsun. / Radikal

Güncelleme Tarihi: 27 Ekim 2013, 12:35
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER