Taksim Meydanı'ndan Agos'a yapılacak yürüyüşe binlerce kişi katılacak.
Dört yakın arkadaşı Hrant Dink’i Cumhuriyet gazetesine anlattı.
Ümit Kıvanç, Baskın Oran, Ali Bayramoğlu ve Aydın Engin “Hrant deyince sizi en çok güldüren, en çok öfkelendiren, gözyaşı döktüren birer anı aktarın” sorusuna yanıt verdi.
Ümit Kıvanç
Dava değil müsamere
“Hrant deyince benim aklıma Hrant gelemiyor ki artık. Onunla birlikte güldüğüm anlar da gelmiyor, gelemiyor. Tebessüm edecekken birden içimde öfke köpürüyor. Hrant dendiğinde aklıma sadece onun öldürüldüğü ve cinayetin ardından sergilenen pişkinlik geliyor” diyerek üç soruya sadece tek cevap verebileceğini belirtti ve şöyle dedi:
“Bu bir dava değil müsamere. Sekiz yıldır, ‘Hrant Dink cinayeti davası’ adı verilmiş bu müsamerede rol alıyoruz. Bu müsamereye müsamere dediğimiz için kimileri abarttığımızı düşünebilir. Ne de olsa mahkemedir, diye geçebilir insanların aklından. Ben size söz konusu müsamereden, kara mizahın doruğuna ulaştığı bir örnek anlatayım da her türlü şüpheniz dağılsın.
Biliyorsunuz veya söyleyince hatırlayacaksınız: Meşhur bir ‘valilikte tehdit’ olayı var, Hrant’ın öldürülmesine giden süreçte. Sabiha Gökçen’in Ermeniliğine ilişkin haber üzerine Hrant İstanbul Valiliği’ne çağrılmış, orada vali yardımcısı Ergun Güngör’ün odasında iki MİT’çi tarafından, usûlüne uygun şekilde ‘ikaz edilmiş’ti.
Devlete sorarsanız, bu, Hrant’ın selameti için yapılmış bir uyarıydı. Ancak hakikat istiyorsanız devlete sormazsınız herhalde, niye soracaksınız!.. Hepimiz biliyoruz ki, bu, Yasin Hayal’in mahkeme girişinde ‘Orhan Pamuk akıllı olsun’ diye bağırmasıyla aynı şeydi. Hrant’a ‘akıllı ol!’ demişlerdi. Cinayete giden yolda sembolik uğraklardan biri olan tehdit, aynı zamanda, yaklaşan eylemin ‘resmi’ niteliğinin ispatı niteliğindeydi.
Mahkemede Dink ailesinin avukatları, nice uğraşlardan sonra, mahkeme heyetine taleplerini kabul ettirebildiler, mahkeme, ‘şu şu şu tarihte valilikte Hrant Dink’le görüşen iki kişinin isimleri ve görevlerinin’ İstanbul Valiliği’nden sorulmasına karar verdi. Soruldu da. Dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler, mahkemeye bir sayfalık bir cevabi yazı gönderdi. Yazıda her şey vardı ancak sorulan sorunun cevabı, yani iki kişinin isimleri ve görevleri yoktu.
Avukatlar mahkeme heyetine, ‘sorunun cevabı alınmadı, tekrar sorulsun’ dediler. Hâkim, gelen yazıyı gösterip, ‘İşte cevap’ dedi. ‘Sorduk, valilik de cevap verdi, dolayısıyla bir daha sormamıza gerek yok.’
Fıkra değil, espri değil, hiç eğlenceli değil. Böyle işte, yıllardır boyuna top çevrilen, hepimizle alay edilen o müsamere…”
Baskın Oran
Karşılıklı ağlaştık
“Hrant adı geçince keyifle gülerim... Bütün toplumsal önemi ve ciddiyeti bir yana, Hrant çok hoş ve matrak bir arkadaştı.
Mart 2002’de Michigan Ann Arbor’a, üniversiteye gidiyoruz bir Ermeni konferansına. Uçak indi, gümrükten geçeceğiz, eşim Feyhan’la ben sorunsuz geçtik. Hrant’ı durdurdular, esmer ve iri yarı ya, başladılar baştan aşağı aramaya. Pabuçlarını çıkarttırdılar, en sonunda da pantolonunu işaret ettiler. O anda Hrant’ın yüzünü görecektiniz; Malatyalı delikanlı, Feyhan’ın önünde kemerini çıkartamıyor, kıvranıyor. Biz de hainlik bu ya, karşısına geçmiş kırılıyoruz onun haline…
Hrant denince öfkemin tepeme çıktığı tek bir an var. Öfkem ona değildi elbet. Hrant’la ilişkimizde tabii ki böyle bir anı söz konusu değil. Çünkü kızmak bilmez, insanı öfkelendirecek şey yapmasını bilmez. En azından, ben rastlamadım.
Ama onunla ilgili olarak öfkemin tepeme sıçradığı bir an tabii ki var. 2007 yılbaşını Bodrum’da geçirmişiz, biraz daha kalıyoruz, bahçedeki kulübede çalışırken bir telefon. Eski bir öğrencim, şimdi emekli büyükelçi: ‘Abi, duydun mu Hrant’ı vurmuşlar!’
Hrant denince gözlerimin dolduğu bir anı istiyorsunuz. O kadar çok ki… İlkini aktaracağım..
İlk konuşmamızdı, tanışmamızdı. Telefonda. 1993’ün Aralık ayı. Ben o sırada Aydınlık’ta yazıyorum. Çünkü Aydınlık o zamanlar şimdiki gibi değil; gayrimüslimlerin ve özellikle de Kürtlerin sorunlarına alabildiğine açmış sütunlarını. Ekimde Milli Eğitim Lozan’ı çöpe atan bir karar almış, Ermeni azınlık ilkokullarında Ermenice dersi dışında bütün derslerin artık Türkçe yapılmasına karar vermiş. Din dersi ve müzik dahil olmak üzere. Hatta, haberini Cumhuriyet’te Aydın Engin imzasıyla okumuştum. Ben de ‘MEB Talim ve Terbiye Kurulu’nu İhbar Ediyorum!’ diye beş gün süren bir dizi yazmıştım, Lozan’ın nasıl böyle ihlal edilebildiğine dair.
Telefon. Mülkiye’de bölüm odasına bişeye bakmak için uğramışım, sekreter telefonla konuşuyor, beni görünce işaret etti, sizi arıyorlar diye.
‘Ben Fırat Dink, İstanbullu Ermeni işadamıyım’ diye başladı söze. Devam etti: ‘Bizim cemaatimiz için, bizim sıkıntılarımız konusunda köşe yazınızda çok güzel şeyler yazmışsınız, size teşekkür etmek için telefon ediyorum.’
Ve sesi titremeye başladı.
Ne yapacağımı bilemedim. Elim ayağım boşandı. Sekreter kıza arkamı dönüp ben de sessiz sessiz gözyaşı dökmeye başladım. Bir süre böyle gitti, konuşmadan, sonra karşılıklı bişeyler söyledik, buluşmaya söz verdik, kapattık. Bir süre sersem gibi dolaştım. Hatırladıkça kötü olurum. Sadece bu karşılıklı ağlaşmaya değil; bir insanın ismini gizlemek zorunda kalmasına da çok kötü olurum…”
Ali Bayramoğlu
Tarih oğlum, bedeli sana ödetiyoruz
Ali Bayramoğlu soruları ikisi çok güldüğü, biri ise bugün de gözyaşlarıyla hatırladığı üç anı ile paylaşmayı yeğledi.
“Etyen ve Hrant’ın ortak yönlerinden birisi at yarışı sevmeleri ve oynamalarıydı. Her gün telefonlaşırlar, ‘tüyo’ ve fikir alır verirlerdi. 2006 yazı olsa gerek, bir ara ortak oynamaya başladılar. Fena iş çıkarmıyorlardı. İki kaybediyor, bir kazanıyor, işi karlı götürüyorlardı. Burgazada’da bir gün yine kazanıp havalandıkları bir gündü. Ben ne at yarışı, ne oyun severim. Ama bunların havasına bakıp, ‘Ben de ortak oluyorum arkadaş’ dedim. Başladık oynamaya, durmadan kaybediyoruz. Aradan ay geçti. Durum felaket. ‘Ulan dedim ne oluyor, ikiniz oynayınca kazanıyorsunuz, üçümüz olunca kaybediyoruz…’ İkisi de müstehzi, ‘Tarih oğlum, kolayını bulduk, bedeli sana ödetiyoruz’ demişti Hrant.
2005. Yine aynı üçlü Marsilya dönüşü, trendeyiz, istikamet Paris. Hrant’ın ayaklarını uzatıp ‘Memleketi özledim, buralar güzel ama ben yaşayamam’ diye tren seyahati boyunca Fırat türküsü, Sarı Gelin çığırdığı yolculuk. Paris’te vardık yine bilet alınacak. Fransızca bilen ben olduğum için öne sürülüyorum. Gişedeki ‘indirimli olan var mı?’ diye soruyor. ‘Bir tam, iki Ermeni’ esprisi kimin ağzından çıkıyor şimdi hatırlamıyorum. Ama Paris metrosu üçümüzün kahkahalarıyla çınlamıştı. Sonra bu hikâyeyi anlattıkça gülmüştük. Şimdi anlatıp tebessüm ediyoruz.
Cinayete doğru. Bir telefon geldi Hrant’tan. Gazeteye gelebilir misin diyordu. Gittim. Bir tehdit mektubu gelmiş. Gönderici adı Mahmut Yıldım. ‘Oğlunu vuracağız, sonra şuraya bırakacağız’ diyen. Aile tehdidi iyice germişti Hrant’ı. ‘Ne dersin, ne yapmalıyım. Gideyim mi bu ülkeden’ diye sormuştu. O soruyu, ona ‘hemen çek git’ diye cevaplamadığımı hatırladıkça, bugün bile gözüme yaş dolar.”
Aydın Engin
Bugün de aklıma geldikçe gülerim
İkimiz karakışın ortasında Kınalıada’ya kaçamak yaptık. Karılarımızın denetimi dışında kalıp istediğimiz kadar içeceğiz. Güneşli ama kuru soğuk bir havada, vapurun güvertesinde martılara simit fırlatarak oyalanıyoruz. Bir martı şimşek gibi daldı, elimdeki simidi kapayım derken parmağımı gagaladı. Parmağım kanıyor. Bizimki sırıtıyor, ‘Yanında ben varım ya, martı seni de Ermeni sandı. Bu garanti milliyetçi bir Türk martısıdır.’ Bu sataşmayı cevapsız bırakamazdım. ‘Saçmalama, bak Kınalıada sularına girdik sayılır. Bu bal gibi Ermeni martısıdır’ dedim. Biraz düşündü. Yine sırıttı. ‘Olabilir. Akla uygun’ dedi, ‘Öyleyse bu martı senden 1915’in hesabını soruyor demektir. Haydi ver hesabını, yoksa öteki parmağına da dalacak…’
Bugün de aklıma geldikçe öfkelenirim
Vilayetten telefon edip bir görüşme için gelmesini istemişler. ‘Davetten çok emir gibiydi’ dedi. ‘Gitsem mi gitmesem mi’ diye sorup bizlere danıştı. ‘Git. N’olacak ki? Git tabii’ dedik. Gitti. Odada vali muavini susmuş, kim olduklarını açıklama zahmetine bile girmeyen iki adam konuşmuş ve Hrant’ı tehdit etmişler. Sabiha Gökçen haberini hatırlatıp ‘Ayağını denk al, aklını başına topla, başına bir şeyler gelebilir’ demişler.
Kısa süre sonra da öldürüldü. Cinayetin ertesi günü AGOS’un önünde toplanan genç habercilere açıklama yaptım ve vali muavini odasındaki tehdidi anlattım. İstanbul valisi birkaç gün sonra bir basın toplantısı düzenledi ve ‘O gazetecinin söyledikleri kesinlikle yalandır. Hrant Dink valilik binasına gelmemiştir bile’ dedi. Bana da öfkeyle sövüp saymak kaldı.
Bugün de aklıma geldikçe gözlerim dolar
Şişli’de daracık bir mahkeme odasında yargılanıyoruz. Sanık bizleriz: Hrant, Sarkis Seropyan, Arat Dink ve ben. Dinleyiciler bölümünde bütün haşmeti ile Veli Küçük ve adamları yerlerini almışlar. Müdahil avukat olarak da Kemal Kerinçsiz ve adamları. Arkalardan tükenmez kalem, metal para ve hatta tükürük yağıyor. Yargıç deneyimsiz ve çaresiz. Seyrediyor. Herkes iç içe. Dirseklerimiz birbirine değiyor. Benim payıma da Kemal Kerinçsiz’in ve avukat cüppesi kuşanmış bir adamının dirseği Üçüncü ya da dördüncü dirsekten sonra Hrant kulağıma eğildi. ‘Abi yer değiştirelim’ dedi. Şaşırarak yüzüne baktım. O devam etti: ‘Ben alışkınım. Çünkü Ermeniyim. Sen değilsin.’ Mahkeme salonunda ağlayacaktım. Arkadaşımın fedakârlığına filan değil. En iyi evlatlarından, en değerli yurttaşlarından birini böyle düşünmeye ve söylemeye iten zihniyetin kol gezdiği bir ülkede yaşıyor olmanın utancından…” / T24
Güncelleme Tarihi: 19 Ocak 2015, 14:15