Gerçeğin merkez medyada yansıtıldığı gibi olmadığını ifade eden Başlangıç, Dert ne hendekmiş, ne barikatmış, ne kamu güvenliğiymiş... Görünen o ki bunların hepi bahaneymiş.
Esas dert, Kürt Siyasi Hareketi'ni destekleyenlerden, HDP'ye yüzde 80'lerden, 90'lardan fazla oy veren Kürtlerden intikam almakmış” şeklinde yazdı.
Başlangıç’ın Haberdar’da yayınlanan, “Türkiye 'İnsani Zirve'nin altında kaldı; insanlığı olmayanın, imzası da olmaz!” başlıklı yazısı şöyle:
Abluka başlayınca 14 yaşındaki oğlu Sur'da kalmıştı.
Yasaklar nedeniyle girip çıkartamadı.
Telefonla ulaştığı oğlu "Ben burada kalacağım, zaten çıkamam, evimizi koruyacağım" demişti.
Günlerce eli yüreğinde bekledi, sonunda bir bodrum katında öldüğü haberini aldı oğlunun.
O günden bu yana pek konuşmamıştı altı yaşındaki kızı, ağabeyi öldüğünden beri suskundu.
Sur'daki bir kürsünün üzerinde bunları anlatırken "Geçen gün bir baktım" dedi, "Bizim kız okul defterindeki Türk bayrağını yırtmış. Atatürk portresini delik deşik etmiş. Maalesef bu duruma geldik işte."
Devrilen "çözüm masası"ndan, 24 Temmuz'da Kandil'in bombalanmaya başlanmasından, 16 Ağustos'ta Varto'da ilan edilen ilk sokağa çıkma yasağından bu yana süren ablukalı, çatışmalı, yıkımlı, ölümlü sürecin bugün geldiği son noktayı belki de en iyi anlatan anekdot bu.
Bölgeyi hiç bilmeyen, yaşanılanları sadece yandaş ve merkez medyanın yalan makineleri televizyonlardan ve gazetelerden izleyenler sanır ki, kentlerde hendek kazmış, barikat kurmuş bazı eli silahlı teröristler var ve devlet askeriyle, polisiyle bunlarla savaşıyor.
Ancak doğru kaynaklardan haber alınca, hele bölgeye gidip gelişmeleri adım adım izleyince yaşanılan sürecin hiç de öyle olmadığını anlıyorsunuz.
Sur'dan Cizre'ye uzanan bir çizgide bütün yaşanılanlar, anlatılanlar neredeyse bire bir aynı.
Üzerinden zaman geçtikçe, hendekler ve barikatlar kaldırıldıkça, operasyonların bitmesinin üzerinden aylar geçmesine rağmen sokağa çıkma yasakları uzatıldıkça yaşanılan sürecin bambaşka bir hedefe yöneldiği daha net ortaya çıkıyor.
Örneğin Sur'da...
Operasyon biteli iki ay olmuş. Hala üç mahallede yasak sürüyor.
Yeni yasak kaldırılan 14 sokaktan görülebilen yasaklı bölgede hiç öyle "terörle mücadele" edilmediğini anlıyorsunuz.
Sanki yeni bir imar planını uygulamaya kararlı, elinde tankı, topu olan bir güç girmiş mahallelere; evleri yıka yıka, alan aça aça, sokakları dümdüz ede ede yeni plana göre yedi bin yıllık kentte meydanlarıyla, bulvarlarıyla yeni bir kent planı uygulamış.
Çatışma bölgesindeki evlerin çoğu yıkılmış, dozerler dümdüz ediyor, kamyonlar insanların geçmişleriyle, eşyalarıyla molozları Dicle Üniversitesi'nin arazisine atıyor.
Çatışma bölgesinin dışında kalan evler bile ya top mermisi yemiş ya da kurşunlanmadık duvarı kalmamış.
Bu bölgedeki evlerin tümünde eşyalar talan edilmiş. Ortada tek bir LCD televizyon yok. Tek bir bilgisayar kalmamış. Bütün değerli eşyalar, evlerde kalan ziynet eşyaları talan edilmiş.
Bazı evlerden buzdolapları, çamaşır makineleri götürülmüş. Sur'da evi olanlar, eşyalarının resmi araçlarla taşındığını iddia ediyorlar.
Kalan çamaşır makineleri ve buzdolapları da kurşunlanarak kullanılamaz hale getirilmiş.
İnsanın genzini yakan bir koku var Sur'da.
Şehir Plancıları Odası'nın hafta başında yasağı kaldırılan 14 sokağa girerek hazırladığı rapor, yaşanılan sürecin hendeklerin ve barikatların çok ötesinde olduğunu gösteriyor:
"Medyada 3 mahallenin tamamının açıldığı gibi yansıtılan haberlerin aksine Sur’un çok küçük bir bölümünde toplamda 3 mahallenin sınırlarında kalan 14 sokakta yasak kaldırıldı, bu sokakların da bazılarının sadece 500 metrelik kısımları açıldı.
* İçeride insan, hayvan cesetlerinden ve evlerdeki, marketlerdeki yiyeceklerin çürümesinden kaynaklı ağır bir koku var.
* Kanalizasyonlar tıkanmış.
* Elektrik ve su tesisatları tamamen zarar görmüş.
* Yasağın kaldırıldığı sokaklarda bulunan binalar ağır hasarlı değil, fakat çoğunun kapı, pencere ve yapı malzemeleri ağır hasarlı.
* Çoğu ev çarpılarla işaretlenmiş.
* Evlerin ve bahçelerin duvarlarına ırkçı, milliyetçi ve cinsiyetçi yazılamalar yapılmış.
* Tank ve top atışıyla yıkılmayan evlerin neredeyse tamamının silahlarla taranmış ve evlerin tüm eşyaları kullanılamaz hale gelmiş.
* Sokaklar yasak kaldırılmadan önce delil bırakılmayacak şekilde temizlenmiş.
* Yıkımın olduğu bölgelerde devasa büyüklükte boş alan oluşmuş.
* Çok sayıda tescilli sivil mimarlık örneği yapılar tamamen yıkılmış.
* Anıtsal yapılar tank ve top atışlarından zarar görmüş, duvarlarında çatlaklar oluşmuş.
* Suriçinin özgün yapısı ve Koruma Amaçlı İmar Planının hiçbir koşulu korunmamış.
* Yasağın devam ettiği bölgelerde karakollar inşa edilmiş.
Ağır bir şekilde kent ve insan hakkı ihlalleri yaşanmış."
En ilginci aylar sonra evini kurşunlanmış, eşyaları çalınmış ve tahrip edilmiş bulan bir Surlu'nun söylediğiydi:
"Dolapta giysilerim vardı. Yan tarafından taramışlar dolabı. Delinmemiş tek giysim kalmamış."
Sur'un büyük bölümünde bu hafta başı itibariyle yasaklar kalkmıştı ama hala kent merkezine girmek kurulan bariyerlerle, kontrol noktalarıyla sıkı bir denetim altındaydı.
Cizre'deki durum da hiç farklı değildi. Hatta daha ağırdı.
Çıkanlara pek değil de, kente girenlere sıkı bir kimlik denetimi yapılıyordu. Herkese tek tek "Ne iş yapıyorsunuz" diye soruluyordu.
Kentin belli bölgeleri dümdüz edilmişti. Sur'daki gibi Cizre'de de binlerce insan evsiz kalmıştı. Sadece iki ilçede evsiz kalanların sayısı 40 binlerle 50 binlerle ifade ediliyordu.
Cizre'de de çatışmalar biteli, hendekler kapatılalı, barikatlar kaldırılalı iki ay olmuştu ama kentin girişleri hala sıkı bir denetim altındaydı, saat 21.30'dan sonra sokağa çıkma yasağı uygulanıyordu. Aynen İdil'de, Silopi'de olduğu gibi.
Çatışmalar bitince geriye evleri yıkılmış, yıkılmayanı ağır tahrip edilmiş, tek bir eşyası kalmamış insanlar kalmıştı.
Devlet polisiyle askeriyle Cizre'nin dört bir yanını tutmuştu. Kentte güvenlik güçlerinin görüş alanından kurtulabileceğiniz tek bir nokta yoktu.
Ama sokağa çıkma yasağı sürüyordu. Çatışmalardan zarar gören halka tek bir yardım yapmamıştı devlet. Hatta tam tersi, Cizre'ye gönderilen buzdolaplarını ilçeye sokmayıp geri gönderiyorlardı. Gelen gıda yardımları da Cizre'ye giremiyordu. Hatta yardım için açılan banka hesaplarına da el konuluyordu.
Yani mesele hendekler ve barikatlar olsaydı, hani sözkonusu olan "kamu güvenliği" olsaydı şimdi Sur'un da Cizre'nin de yaralarının sarılmaya başlanması gerekiyordu. Ancak kesin olarak şunu söylemek mümkün:
Dert ne hendekmiş, ne barikatmış, ne kamu güvenliğiymiş... Görünen o ki bunların hepi bahaneymiş.
Esas dert, Kürt Siyasi Hareketi'ni destekleyenlerden, HDP'ye yüzde 80'lerden, 90'lardan fazla oy veren Kürtlerden intikam almakmış.
Toplam olarak da, kendi kendini yönetmek isteyen, ana dilde eğitim hakkına sahip çıkan Kürtlere unutulmaz bir ders vermekmiş amaç.
Ancak bunu yapmak için öylesine zıvanadan çıkmış bir devlet olma anlayışıyla karşı karşıyayız ki, Türkiye'de toplanan 1. Dünya İnsani Zirvesi'ne ev sahipliği yapmasına karşın, çıkan ortak bildiriye imza bile atamıyor.
Çünkü bu bildiride "Çatışmalı alandaki siviller, Dünya’nın en savunmasız, korunmaya muhtaç kişileridir" deniliyor.
Bu ülkeyi yönetenler bu cümlenin altına nasıl imza atsınlar?
Özellikle 16 Ağustos'tan bu yana kent merkezlerindeki çatışmalarda bütün öldürdüklerini "terörist" kabul eden bir yönetimle karşı karşıyayız. 35 günlük bebekler de öldürüldü, 85 yaşındaki yaşlılar da. Öldürülen onca insana karşın bu devletin ne tek bir kaymakamının, ne de tek bir valisinin kabul ettiği sivil ölümü yok.
Bildiride diyor ki; "Savunmasız insanları korumak ve onurlarını muhafaza etmek için uluslararası toplumun bir numaralı önceliği, uluslararası hukuku gözetmek olmalı".
BM gözlemcisinin bile Cizre'de inceleme yapmasına izin vermeyen bir yönetim anlayışı nasıl imzalasın bu bildirinin altını?
Bildiride diyor ki ; "Sivil nüfusa doğrudan saldırmak, evrensel kurallara göre yasaktır. Ayrıca hastanelere, kültürel ve tarihi değerlere zarar verilemez".
Hastaneleri kışlaya dönmüş, tescilli kültürel ve tarihi yapıları bombalanarak yıkılmış, molozları kamyonlarla taşınıp dozerlerle dümdüz edilmiş bir bölge varken nasıl imzalanacaktı bu bildiri?
Bütün sivilleri PKK'li, bütün Kürtleri "terörist" gören bir anlayışın bugün geldiği nokta itibariyle "Sivil nüfusa doğrudan saldırmak, evrensel kurallara göre yasaktır"ın altına imza atması mümkün değildir.
Bildiride diyor ki; "Yerinden edilen insanların korunması, desteklenmesi, onuruyla yaşadığı yere dönebilmesi için ülkelerin, uluslararası kurumlarla birlikte sağlam çözümler bulmasına çağrı yapıyoruz".
Bırakın yerinden edilen insanların geri dönebilmesini, yaşadıkları kentlerin bir daha oturulamaz hale getirilmesi için havadan, karadan bombalayan bir devlet olma anlayışı bu bildiriyi imzalayabilir mi?
Bütün bu yaşanan süreç, uygulanan yanlış politikalar sonucu Türkiye'yi yönetenler kendi ülkelerinde düzenlenmesine karşın 1. Dünya İnsani Zirvesi'nin ortak bildirisine imza atamamıştır.
Görünen o ki bu imzalayamama halinin altında yatan; sadece yaşananlardan değil, ülkeyi yönetenlerin bundan sonra bize yaşatmayı planladıkları felaketlerden dolayıdır.
Türkiye'yi bu kadar yıkımlı, kanlı, halkları düşman edici bir anlayışla yönetenler Dünya İnsani Zirvesi'nin altında kalmışlardır.
Çünkü insanlığı olmayanın imzası da olmaz.
Hemen yükselecek olan "PKK'nin yaptıklarından niye bahsetmiyorsun hain, bölücü terörist" gibi naralanmaları da duyuyorum elbet. Ancak unutulmasın ki, Dünya İnsani Zirvesi'nin ortak bildirisini imzalayacaklar arasında PKK yoktu, Türkiye Cumhuriyeti vardı. Hani bilginiz olsun diye söyledim!
İktidarın hangi yalanına kanmış olursanız olsun, hangi yalancı medya gözünüzü, beyninizi boyamış olursa olsun, hangi ırkçı ve şoven duygularınızın ön yargısı sizi teslim alırsa alsın, şunu asla unutmayın:
Sur'da 14 yaşındaki abisi öldürülen altı yaşında bir kız çocuğu var; okul defterindeki Türk bayrağını yırtan, Atatürk'ün portresini kalemiyle delik deşik eden...
Güncelleme Tarihi: 27 Mayıs 2016, 18:29