Aylardır hiç kanın dökülmediği dağlara, barışın sihirli etkisi sinmişken gelmek istedim. Film gibi izlediğimiz hayat hikâyelerinin, birbirini vurmak, öldürmek zorunda kalan canların hakiki insanlar olduklarını unuttuk. Bu günlerde telaffuz edilen “Barış”ın öyle sihirli bir etkisi var ki! Bu coğrafyanın insanlarına, “Barış” dediğinizde gözlerinden yaşlar boşanıyor. Bir de analık denen bir duygu var ki o da tetikledi belki beni. Annelik öyle bir vicdan muhasebesine sokuyor ki insanı, kurtulamıyorsun. Ne milliyet tanıyor ne ırk. Ne diline bakıyor ne dinine. Ana için bir canın Kürt’ü, Türk’ü olmaz. Can’lar eşittir ana yüreğinde. Batıda şehitlerine ağladığı kadar öldürülen PKK’li gençlere de ağlayan anneler tanıdım. Hele doğudaki anneler, onların acısı kimselerinkine benzemiyor. Düşünün iki oğul iki düşman gibi karşılaşır dağdaki operasyonda. Biri korucudur, diğeri dağa çıkmıştır. Oysa o anaya “Oğlun sadece köyünü koruyacaktır” denmiştir... Bir süre sonra asker ile operasyona gitmeye zorlanır... Sonrası malum.
Sayıları okuyoruz, sayıları duyuyoruz. Sayıları duydukça kanıksıyoruz. Bugün 5 PKK’li öldürüldü, üç askerimiz şehit oldu.... Ölümleri sayılara indirgedikçe hakikatten, özden uzaklaşıyoruz, birbirini vurmak, öldürmek zorunda kalan canların hakiki insanlar olduklarını unuttuk. Oysa insan olmak senden farklı olanın çocuğunu da sevmeyi bilmek değil midir?
Türkülere, destanlara konu olan, “Ölürsem mezarımı Faraşin’de yapın” diye ozanların methiye dizdiği yerdeyim. Boşaltılmış köylerden, faili meçhullerin bölgesi dedikleri vadilerden geçtim. 40 yılın acılarının ağırlığını ruhumda hissederek Kato, Elkik, Belehv Bineş, Kırnese, Berçelan’ın güzelliğinden etkilendim. Kimi zaman yol kenarındaki korucu köylerine misafir oldum. Dağlarda 12 saat geçti... PKK ile ilk kez karşılaştım. Kamera çekimine izin yoktu. Ses kaydı istemediler. “Biz bir orduyuz, Kandil’den izin almalısınız” dediler. İkna için epey çaba sarf ettim. Ancak kendi getirdikleri deftere, onlardan aldığım kalemle not alabildim.
Dağların sessizliği diz boyu uzanan, uçsuz bucaksız çayırlara sinmiş. Bu sessizliği göçer çadırlarındaki hareket dahi bozamıyor. Toprak yoldan aşağı ilerliyorum. Burası Faraşin! Binbir renk ve çeşitte çiçeğin yetiştiği, haşin dağların güzelliğini sakındığı ama yıllarca çatışmaların eksik olmadığı Van, Hakkâri, Şırnak sınırında yaklaşık 3 bin metre yükseklikte Faraşin Yaylası...
Akşam olmak üzere. Çok uzakta sarı bir ışık parlıyor... Göçer çadırlarının, koyunların arasından geçiyorum. Işığın parladığı yere ulaşmak yine bir yarım saati alıyor.
Uçsuz bucaksız yaylanın ortasında kalın ve yüksek duvarlarla çevrili büyük bir kapı. Üzerinde güneş resmi, kapının önünde aileler var. Onlar da sessiz. Kalın ve yüksek duvarlarla çevrili büyük kapının ardındaki mezar taşlarını görüyorum. Kimi mezar yeri yeni açılmış, kimisinin toprağı henüz atılmış. Mezar taşlarının üzerinde burada yatanların adları Kürtçe yazılı. Bazıları ise Türkçe. Ürperiyorum! Ne çok genç kız var...
Yaşlı bir teyze omuzuma dokunuyor. Kendi dilinde anlatıyor… “Baharda Faraşin yemyeşil olur, apak kardan süzülen suların beslediği çiçekler hiçbir yerde yoktur. Benim çiçeğim de burada yatıyor. Ruhunu huzura kavuşturacak bir mezar taşı oldu. ‘Allah razı olsun,’ diyor.
PKK MEZARLIKLARINA GİRDİM
Barış süreci ile birlikte PKK Hakkâri, Şırnak ve Beytüşşebap ilçesi arasında kalan Kato Dağı ve çevresindeki yaylalara giriş yasağı kaldırılınca, mezarlıklar inşa etmeye başlamış. Faraşin’deki Mehmet Guyi Mezarlığı’na gelmek hiç kolay değil. Dağların arasından, toprak yolları kullanarak kimi 4 saatte ulaşıyor mezarlığa, kimisi daha çok zamanda... Yuvarlak demir kapının üzerinde büyük harflerle Mehmet Guyi yazıyor. Mehmet Guyi, (Mehmet Kaplan) PKK’nin Hakkâri, Van, Beytüşşebap, Çatak bölge komutanı. Geçen yıl Kato Dağı’nda çıkan çatışmada hayatını kaybetti. Faraşin’e defnedildi. “25 yılı dağlarda geçti, sevilen bir komutandı” diyor nöbet tutan PKK’li. Bir elinde bastonu var, diğer eli tüfeğini tutuyor. Gözlerini gözlerimden ayırmıyor. Önce “Nerelisin?” diye soruyor bana. Sonra “Buraya merkezden gazeteci sokmayız” diyor. “Bağımsız gazeteciyim, belli bir gazete için gelmedim” diyorum. Onu ikna etmeye çabalarken hava kararıyor. Aileler sessizce kapıdan çıkıyor.
Ertesi sabah ilk ışıklarda yeni aileler gelecek. Çocuklarının kemiklerini getirecek. “Çatışmalardan sonra yoldaşımızı gömdüğümüz yeri unutmayız. Onların cenazelerini Faraşin’e getiriyoruz. Mezarlıklarımız özgürlük mücadelemizin simgesidir” diyor nöbet tutan genç adam. Öğreniyorum ki diğer bölgelerde de mezarlıklar yapılıyor... Ahmedi’de, Garzan’da... Cudi, Gabar, Besta, Herekul, Kato Jirka’da...
Gördüm ki, “barış” dağdakilerin de en çok dillendirdiği kelime. Mavi gözlü, rütbece kıdemli olduğu sakalının uzunluğundan fark edilen, PKK’li benimle konuşurken bir yandan da dağlara bakıyordu . “Etle tırnak gibi oluyorsun dağlarla” diyordu. “Kürtlerin gerçekliği asil dağlardır. Murathan Mungan’ın bir kitabında der ki, yalnız kalmayı bilmeyen insanların dostluklarına güvenmeyin. Bunlar benim bireysel düşüncelerimdir. Bu dağlara çıkanlar, ölmeden ölmeyi göze alanlardır. Aramıza Almanya’dan, İsviçre’den, dünyanın başka başka yerlerinden katılan yabancı arkadaşlarımız da vardır. Maalesef onlardan da çok kaybımız oldu. Adım atılması lazım. Politikacılar zaman zaman ortama uygun konuşabilirler. Önderliğimizin felsefesini anlayabilmişsek, dünyayı yenecek gücümüz olsa dahi kimseye saldırmayacağımızı biliriz. Bize örgütlenme özgürlüğü versinler. Bu topraklarda ekonomik, sosyal, felsefi, nasıl bir inşa olacağını gösteririz. Ölümü aldık önümüze, onu terbiye ettik. Buna dağlar tanıktır,” diyordu.
“Operasyonlarda korucularla birbirinize karşı yıllarca savaştınız. Aynı akrabalardan olan insanların bir kısmı dağda, bir kısmı korucu olarak devletin yanında idi. Koruculardan çok şehit var. Vicdanen yaralıyor mu sizi?” diye soruyorum. “Korucular bizim vicdani yaramızdır. Biz korucular için de mücadele ediyoruz. Bu tür tartışmalar bizi zorluyor. Hiç korucu vurmadım. Hatalarımızdan ders alarak ilerledik. Aramıza katılan arkadaşlarımız bir yıl eğitim almadan dağlara çıkamaz. Bunlar benim bireysel görüşlerimdir. Ordu adına konuşmam için izin almalısınız.”
KORUCU DA PKK’Lİ DA KAÇAK WINSTON İÇİYOR!
Dağın gizli yamaçlarında saklı, kavunların yetiştiği bir bahçede konuştuk. Kaçak Winston ikram etti. Sigara içmiyorum dedim ama yaktım bir tane. Mümkün mü sigara içmemek?
Gördüm ki, Batı Yeşilaycı oldukça Doğu sigaraya daha içtenlikle sarılıyor. Kadını, yaşlısı, yaşlı kadını, genci, çocuğu hepsi sigara içmekte bu coğrafyada...“Belki barışla bu alışkanlık da biter! Acıdan mizah çıkaran insanların ülkesi burası” diyor. Çok okuduklarını anlatıyor.
“Kış eğitim mevsimidir. Birlikte okur, birlikte tartışırız. Dinler tarihi, felsefe, tarih, biyografi, zaman zaman da roman okuyoruz. Seçiciyim romanda. Mesela Ahmet Altan’ın siyasi yazılarını romanlarına tercih ederim” diyor...
Ne tuhaf ki, onlarla karşılaşmadan önce bir korucu köyünden geçmiş, sofralarına misafir olmuştum. 1993 yılından bu yana koruculuk yapan Mehmet Amca da bana anlatmaya başlamadan önce bir Winston ikram etmişti. Önünde uzanan Kato Dağı’nın tepelerine bakarak uzun uzun anlattı:
“Elimiz taşın altındadır. Çeksen de acıyor, çekmesen de... Koruculuğun nasıl bir hale geleceğini bilmeden içine girdik. 90’ların başında eli silah tutan herkes kendini savunmak zorunda kalıyordu. Köylerimizi bastılar, gençlerimizi dağa götürdüler. Sonra devlet geldi. Çocuklarımız, ailelerimizi korumak için köyümüzü boşalttık. Yola yakın bir yere taşındık, 8 haneydik. 20 kişi kadardık. Devlet bize korucu olur musunuz? dedi. Ağır silah verdi. Bixi, roketatar, el bombası...üzerimize zimmetliydi. Geçici Köy Korucusu dediler bize. Kâğıt üstünde de hâlâ öyle yazar.
Sonra operasyonlara gitmeyi şart koştular. Sadece Hakkari bölgesinde 3 bine yakın korucu şehit düştü. Şimdi ağır silahlarımızı teslim etmişiz. Bir tek Kalaşnikof’larımız vardır. İnşallah bu sene barışla birlikte mutluluğun ne olduğunu görmek istiyoruz. Savaşta mutluluk olur mu? Ben bir adamı vursam vicdanen Allah’a nasıl hesap vereceğim? Operasyonlarda karşı karşıya gelmemeye çalıştım. Bütün korucular operasyonlara gitmek zorundaydı. Cahilliğimizden kabul ettik korucu olmayı. Keşke tamamıyla gitseydik buralardan. Gençliğimizin hatasıydı. Vicdanen ağır geliyor. Çocuklarımızın bir geleceği olmadı. Bir sürü korucu çocuğu da dağlara gitti...”
BABALARI KORUCU OLDU OĞULLARI DAĞA GİTTİ!
Bu ne yaman çelişkidir? Çocuklarını korumak için korucu oldular. Korucuların çocukları kendi çocuklarının özgürlüğü için dağa çıktı. Bir gece içinde birbirine karşı saflaşan kardeşlerin hikâyesini dinledim Mehmet amcadan. Deniz askermiş, operasyona gitmek istememiş. Kardeşi operasyon bölgesinde gerillaymış. Ertesi sabah Deniz’in intihar ettiği haberi gelmiş. O gün çatışmada kardeşi de hayatını kaybetmiş. Böyle yüzlerce hikâye var.
Hakkâri’de bir mevsim 12 saatte yaşanabiliyormuş. Ben aslında içinden tavşanlar, baykuşlar, tilkiler, eşekler, altın gömüleri, demir, çinko madenleri, göçerler, tandır ekmeği, Zap Nehri kıyısında alabalık ziyafeti, büyüyünce ya ambulans şoförü ya da kaçakçı olmak isteyen çocukları, gece yarısı dağın tepesinde taze kar görmeyi ve kar yemenin zevkini, bütün bunlarla geçen bir hikâye anlatmak isterdim. İnşallah barışla birlikte...