Diyarbakır Barosu başkanıyken 28 Kasım 2015 günü, Diyarbakır’da, herkesin gözleri önünde katledilen Tahir Elçi, ölümünün beşinci yılında, eşi Türkan Elçi’nin yazıp bestelediği, Kardeş Türküler’in seslendirdiği ve Ümit Kıvanç’ın klibini hazırladığı Hewar isimli türküyle anılıyor.
Türkan Elçi’nin bestesini Kardeş Türküler'in sesiyle buluşturan Gülten Kaya, eşi Ahmet Kaya’nın da Kasım ayında hayatını kaybedişine gönderme yaparak, “tüm aylar kayıp bu coğrafyada” diyor ve şöyle devam ediyor: “Kasım ayını ise biz iki kadın (Türkan Elçi ve ben), ortak acılarımız üzerinden ‘Kasım Sıtması’ olarak tanımlıyoruz.”
Önce Hewar’ın öyküsünü sorduğumuz Gülten Kaya’nın yanıtını aktaralım:
“Pandeminin başladığı sıralardı. Türkan, çok moralsiz bir zamanımda arayıp ‘Sana bir türkü okuyayım da moralin düzelsin’ deyip telefonda bir türkü okudu. Kendisi yazmış ve bestelemişti, Kürtçeydi. Sohbet sonrasında bu türkü dolandı ve bendeki ses kaydını, Türkan’a dahi sormadan Kardeş Türküler’den Feryal’e yollayıp, ‘minimal bir düzenleme yapılarak yorumlanması mümkün mü’ diye sordum. Onlar sadece türkülerle değil, duruşlarıyla da hepimizi kardeş yapan çok sevdiğim ve güvendiğim arkadaşlarımdı. Ve yolculuk başladı. Hepimizin izole yaşadığımız o koşullarda aramızda bir telefon trafiği kurarak, türküye can katmaya başladılar. Sevgili Selda, Burcu ve diğer arkadaşların çok değerli emeği ve duygusu şekillenmeye başladı. Türkan için büyük sürprizdi. Gidişatı bilahare onunla paylaştığımda çok etkilendi. Hiç beklemediği bir şeydi. İçinden kopan müzik ve kelimeler can bulmaya başladı. Yine telefon trafiği üzerinden önce şarkının bir bölümünü kendisinin seslendirmesini istedik ve fakat ton tutmayınca, en azından intro dediğimiz girişte sözleri okuyarak, onun da sesini katmasını istedik. Eser şekillenmeye başladı ama beynim koşusunu durdurmadı. Sevgili Tahir Elçi’nin yıldönümü yaklaşıyordu. Pandemi koşullarında ve 20 yıl sonra ilk defa Ahmet’e gidemediğim için Kasım sıtması içindeydik. Bunu insanlarla görsel olarak paylaşsak en azından, Tahir’i bir de böyle ansak ve bu görseli geleceğe emanet etsek diye düşünüp, hep dayanışmasına sığındığım canım Ümit Kıvanç’ı aradım. Hrant Dink, Kazım Koyuncu, Ahmet Kaya, Cumartesi İnsanları, Orhan Doğan (90’lar) dâhil, Ümit, vicdanı ve haysiyeti ile tanıklığını ve yeteneklerini bizlerden hiç esirgememişti. Bir kez daha başımı onun omuzuna huzurla yasladım. Olmayan malzemeyle hazırladığı video tam da Kasım ağırlığını anlatıyordu. Gri ve soğuk bir Kasım ayında her bir değerli katkının Tahir’in üzerini örten sıcacık bir yorgan olmasını dilerim.”
Şimdi de söz, “Hewar” diyen Türkan Elçi’de…
Şiirle aranız nasıl?
Hem Türkçe hem de Kürtçe yazıyorum. İlk yazdığım Kürtçe şiir, müzik Hîvron tarafından bestelenmişti. Çok sayıda Türkçe şiir yazdım ama salgın döneminde Kürtçe şiire daha fazla ağırlık verdim. Kürtçe yazdıklarım şarkı sözlerine daha uygun formatta. En azından besteci arkadaşlar bu fikirde.
Müzik dinleyerek mi yazıyorsunuz?
Hayır ama o anki ruh halimle çok ilgili. Salgın döneminde pek çok insan gibi münzevi bir yalnızlık yaşadım. Tahir’den sonra İstanbul’daki hukuk eğitimi ve şehrin koşuşturması içinde yazmaya pek zamanım olmadı. Ama fakülteyi bitirip geçen sene Diyarbakır’a dönünce, yalnızlık duygusunun da etkisiyle şiire, edebiyata yöneldim. Kürtçe edebiyat okumaları yaptım. Jan Dost’un, Helîm Yûsiv’in edebi metinlerinden çok etkilendim. Sanırım Türkçeyi sonradan öğrendiğim için duygusal yoğunluklar söz konusu olunca anadilime, Kürtçeye yöneliyorum.
Türkçeyi ne zaman öğrendiniz?
6 yaşından itibaren, ilkokulda öğrenmeye başladım. Üstelik öğretmen çocuğu olduğum halde! Babam Fransızca öğretmeniydi. Annem zaten Türkçe bilmediği için evde anadilimizde konuşuyorduk. Türkçeyle ilkokulda karşılaşınca epey zorlanmıştım. Öğretmenimiz de “öğretmen çocuğu nasıl Türkçe bilmez” deyip duruyordu. Mevzudan bihaberdi anlaşılan. Burada insanların kendi dillerini konuşmalarına şaşırması epey şaşırtıcıydı.
Diyarbakır’da mı doğup büyüdünüz?
Tabii, ben hep Diyarbakır’da yaşadım.
Aileniz politik miydi?
Bir babanın çocuklarını Kürtçe öğrenmeye, anadillerinde konuşmaya sevk etmesi politik bir tutum değil, doğal bir süreçtir. Dediğim gibi, annem zaten Türkçe bilmezdi. Biz öğrendikten sonra, o da bizimle birlikte öğrendi.
Babanızın Fransızca öğretmeni olmasının hikâyesi ne?
Biraz enteresan hikâye aslında. Babamın okumasının arkasında annesinin çabaları yatıyordu. Babaannem politik, verili olanı kabul etmeyen, çağdaş bir kadındı. Düzenin veya başkalarının dayattıklarını reddeden, nev-i şahsına münhasır duruşu olan bir insandı. Musullu bir Arap ailenin çocuğuydu ve hem Arapça hem Türkçe hem de Kürtçeyi çok iyi konuşurdu. Onun bizim üzerimizdeki etkisi büyüktür. Dedemle evlendikten sonra, köydeki koşulları kabul etmeyip oğlunu, yani babamı Diyarbakır merkeze getirip okutuyor. Eğitim Fakültesi’ne girip okumasını sağlıyor.
HEWAR TÜRKÜSÜNDE DENGBÊJLERİN İZİ VAR
Köyle bağlantınız nasıldı?
Dedemin köyde tarlaları olduğu için her yıl hasat zamanı köye giderdik. Kürtçemizin pekişmesinde o zamanların belirleyici bir etkisi vardı. Ayrıca özellikle Serhat bölgesinden gelen işçilerin türküleriyle, dengbêjlerin sesiyle büyüdük. Muhtemelen yazdığım Hewar türküsünde de o dengbêjlerin, o dönem duyduğum şarkıların izleri vardır.
Okula başladığınızda Türkçeyle karşılaşma ve öğrenme süreci nasıl geçti?
Muhtemelen memur çocuklarının gittiği bir okula gittiğim için Türkçeyi dayakla öğrenmedim ama pek çok akranım gibi, ilk başlarda kendi dünyamıza sıkışmış vaziyetteydik. Okuldan nefret ediyordum, çünkü öğretmenin ne söylediğini anlamıyordum. Öğretmenin tahtaya yazdığı “Ali topu at” cümlesinde sadece “Ali”yi duymuştum sonuçta. Okuma-yazmaya geçişte, adaptasyonda çok büyük güçlükler çektim.
İLK ZAMAN RÜYALARIM TAHİR’İN EVE DÖNÜŞÜYLE İLGİLİYDİ
Şimdi rüyalarınızı Kürtçe mi görüyorsunuz, Türkçe mi?
Maalesef artık Türkçe görüyorum. Bu da artık asimile olduğumuzun bir göstergesi zaten. Ama az önce de söylediğim gibi, salgınla birlikte yaşadığım yeni yalnızlık duygusu, tamamıyla kendime dönüşümü sağlamış olmalı ki, anadilime de döndüm.
Rüya demişken, son zamanlarda ne tür rüyalar görüyorsunuz?
Tahir’in katledilişinin üzerinden beş yıl geçti. İlk zamanlardaki rüyalarım tamamıyla Tahir’in eve dönüşüyle ilgiliydi. Rüyalarımda sürekli eve dönerdi Tahir. Bahçe kapısından içeri girdiğinde, en çok suskun hâli dikkatimi çekerdi. Tahir hiçbir rüyamda benimle konuşmadı. Acaba bütün ölüler mi küserek gidiyor, yoksa ölülerin sesi mi kesiliyor? Tahir benim rüyalarıma hep suskun girip çıktı. Zamanla rüyalarım azaldı ve bitti. Çok kötü ruh haliyle yataktan fırlayıp kalktığım ama rüyalarımı hatırlayamadığım zamanlara geldim. Bu da büyük ihtimalle iyiye işaret değil.
Tahir Bey’le gündelik konuşma diliniz hangisiydi?
Çocuklar yokken Kürtçe konuşurduk. İlk zamanlarda kelime haznesi bizimkinden biraz değişik olduğu için Tahir’in Botan Kürtçesini güzel konuşamıyordum. Ama bugün konuştuğum Kürtçede, yazdığım şiirlerdeki dilde Botan Kürtçesinin etkisi var. Ayrıca Tahir’in annesi bize sık sık gelirdi ve Türkçe bilmediği için onunla Kürtçe konuşarak dilimi zenginleştirdim. Tahir’le birbirimize Kürtçe kitapları sesli okurduk. Jan Dost’un Kela Dimdimê kitabını çok severdik ikimiz de. Evde sürekli Mihemed Arif Cizrawî dinlenirdi. Tahir, onun Metran Îsa şarkısına aşıktı. Eski kuşak Kürt müzisyenlerin, dengbêjlerin bugünkü muhafazakâr kültür içinde anlaşılamayacak düzeyde açık sözleri vardı. Bence zaten Kürtler dini vecibelerinden geri durmamakla birlikte hiçbir zaman klasik bir muhafazakârlığa hapsolmadılar. Belki de o yüzden dengbêjlerin sesine yansıyan müstehcen sözler sırıtmaz.
HEWAR, ÇOK İÇE KAPANDIĞIM BİR ANIN KÜÇÜK BİR PATLAMASI GİBİ
Tahir Elçi’nin katledilişinin beşinci yıldönümü vesilesiyle yazdığınız Hewar şarkısını nasıl bir ruh haliyle yazdınız?
Salgın döneminde, çok içe kapandığım bir anın küçük bir patlaması gibi Hewar. Yazdığımda bunu besteleyeceğimi, Kardeş Türküler’in sesine yansıyacağını aklımın ucundan geçirmiyordum. Kulağımdaki bir tınıyla başladım yazmaya ve sonradan öğrendiğim kadarıyla beste de zaten böyle yapılırmış. Bir besteye sözle mi, tınıyla mı, müzikle mi başlandığını zaten bilmiyordum. Hewar’ın tınısını yakalayıp telefona kaydettiğimde, oyuncak bulmuş bir çocuk gibi sevindim. Ardından oturup sözlerini yazdım. Bu da çok hoşuma gitti ama kendi yazdığına âşık olmak gibi bir egosantrizme düşmekten de çekindim. Ertesi gün Gülten’le (Kaya) konuşurken, onun da moralinin bozuk olduğunu öğrendim ve “sana bir türkü okuyayım mı” dedim. Gülten çok beğendi. Birkaç gün sonra da “senin parçanı Kardeş Türküler’e gönderdim” dedi. Kardeş Türküler de inanılmaz bir hızla organize olup seslendirdi. Çok mutlu oldum, umutlandım. Sonrasında sürekli istişare ederek Hewar’a son şekli verildi. Ümit Kıvanç da sağolsun büyük emekle oturup klibini hazırladı.
Klip boyunca insanın gözü bazen Tahir Elçi’yi arıyor. Diyarbakır surlarının etrafından, Suriçi’ndeki sokaklardan, katledildiği Dört Ayaklı Minare’den görüntüler var. Bu sizin tercihiniz miydi?
Evet, bu benim tercihimdi. Sözler zaten çok ağır, müzik ağıt niteliğinde. Bunun üstüne aynı acıyı tekrar hissettirecek görüntüler olmasını istemedim. Zaten sözün de, müziğin de Tahir’e göndermelerle dolu olduğu açık. Ayrıca yaşadığım acıyı yaptığım her şeye işlemeyi doğru bulmuyorum. Sonuçta insanlar da belli bir noktadan sonra senin acını görmek istemiyorlar. İnsanlara duygunuzu hissettirmeniz yeterli zaten. Öyle bir çağdayız ki, insanlar açıkça söylemek istemese de acıdan kaçıyor, acıyı görmek istemiyor. Bir anne olarak da, eşinizi kaybetmekten duyduğunuz ağır acıyı çocuklarınızın yanında sürekli dile getirdiğinizde, bunun çocuklara bir faydası olmuyor. Acıyı yaşamakla onu sürekli dillendirmek ayrı şeyler. Bu Tahir’den sonra bende bir tutuma dönüştü.
ACININ AKLIMLA OYNAMASINA MÜSAADE EDERSEM DEVAM EDEMEM
Aradan geçen beş yılda hisleriniz nasıl dönüştü? Mücadele azminiz mi arttı, umutsuzluğunuz mu derinleşti?
Doğrusu sürekli kendime sorduğum sorudur bu. Acımın nasıl dönüştüğünü ben de anlamaya çalışıyorum. Çünkü acı sürekli kılık değiştiriyor ve sanki hiçbir zaman tek bir yüzle insanın karşısına çıkmıyor. Bazen karanlığı, bazen aydınlığı, bazen umudu, bazen umutsuzluğu besliyor ve sürekli duygularınızla, hatta aklınızla oynuyor. Doğrusu yaşadığım acının aklımla oynamasına müsaade edersem biterim, devam edemem. Ama acıyı tamamen kendimden uzaklaştırırsam yol alamayacağımı da biliyorum. O yüzden de bu hakikatle karşılıklı bir uzlaşı içindeyiz.
Bu da herhalde acıyla hesaplaşmayı, hayata karşı direngen olmayı daha mümkün kılıyor, öyle değil mi?
Kesinlikle. Her insan kendi acısıyla vardır. Her insan kendi acısı kadardır. Gidene nankörlük etmemek, kalana bigâne kalmamak gerekir. Bize acıyı yaşatan kaybı kaybetmemek için acımızla yaşamayı, onunla mücadele ederek var olmayı öğrenmek zorundayız. Fakat acılarımız bizi kendi esiri yapamamalı. Son beş yılımın tamamen acılar içinde kıvranarak geçtiğini söylersem, bu esareti kabul etmiş olurum. Oysa ne hakikat öyle, ne de olması gereken. Çocuklarımla olduğumda, dostlarımla buluştuğumda, Tahir’le güzel günlerimizi hatırladığımda mutluyum.
İLK DURUŞMADA ADALETE OLAN İNANCIM SARSILDI
Bu süreçte hukuk fakültesinden mezun olup avukatlık stajına başladınız ve Tahir Elçi davasına aynı zamanda stajyer avukat olarak katıldınız. Elçi cinayetiyle ilgili davanın hukuki sürecine dair düşünceleriniz neler?
Bu davanın hukuki seyrini benden çok daha iyi anlatacak avukat arkadaşlarımız zaten süreci yakından takip ediyorlar. Daha önce adaletten, yargı merciinden beklentim olduğunu söylemiştim. Ben hukuk mücadelesine inanan bir insanım. Tahir’le 21 yıl evli kaldık ve hukuka inancın bizatihi hukuk kadar önemli olduğunu Tahir’in mücadelesiyle gördüm. Zaten bir öğretmenken hukuk okumaya beni sevk eden de, Tahir’le olan birlikteliğimizi daha da güçlendirmek kadar, onun hukuk mücadelesi yürütürken duyduğu heyecana tanıklık etmekti. Öte yandan hukuka inanmakla adaletin gerçekleşeceğine inanmak arasında ince bir çizgi var.
Nasıl bir çizgi o?
Hukuka inandığımı söylerken, bugünkü sistemde hukukun gereklerinin yerine getirileceğine yönelik bir inançtan söz etmiyorum. Sonuçta Türkiye’de yaşıyorum ve bu ülkedeki her vatandaş kadar ben de nasıl bir yapının inşa edildiğini görüyorum. Bununla birlikte adaletin bugün olmasa da bir gün tecelli edeceğine de inanıyorum. Çünkü hukuk mücadelesi dışında bir mücadele yoluna güvenmiyor, inanmıyorum. Bizim davamıza gelirsek; beş yıllık süreçte dosyayla ilgili olumsuz bir açıklamada bulunmadım. Beklentim vardı. Fakat ilk duruşmada gördüklerim, tanık olduklarım karşısında, hem Türkiye hem de uluslararası alanda yankı uyandırmış böylesi bir olay için uygun yargılama koşullarının sağlanacağına dair inancımı kaybettim. Daha ilk duruşmada davaya ciddiyetle yaklaşıldığını, faillerin hak ettikleri cezayı alacaklarını gösterecek bir hava oluşmadı.
Duruşmadaki genel atmosfer nasıldı?
Hakkında dava açılan üç sanık polis, bütün koşullar uygun olduğu halde mahkemeye getirilmedi. SEGBİS sistemi üzerinden ifadeleri alınıyordu ama ne teknik altyapı ne de mahkemenin genel koşulları doğru-dürüst bir yargılamaya zemin oluşturabilecek donanımdaydı. Bu koşulların doğrudan sanık polislerin lehine bir durum geliştirdiğine birebir şahit oldum. Üç sanığın da yüzleri görünmüyor, sesleri ise sağlıklı bir şekilde duyulmuyordu. Eğer mahkeme sağlıklı bir yargılama yapma yönünde iradeye sahip olsa, bu koşulların uygun olmadığı, sanıkların bir sonraki celsede salona getirilmesi yönünde karar verebilirdi. Fakat mahkeme heyetinde öyle bir duygu, çaba söz konusu değildi. Öte yandan bizim her talebimizi ellerinin tersiyle iter gibi reddetmeleri de bir göstergeydi. Oysa dediğim gibi, ben o mahkeme salonuna önyargılarımla gitmemiştim. Şu ana kadar yargı süreciyle ilgili negatif hiçbir beyanda bulunmamamın nedeni de buydu. Ama daha ilk duruşmanın bende yarattığı izlenim, duygu, daha önce ifade etmediğim önyargılarımı besledi ve hatta canavara dönüştürdü. Adalete olan inancım sarsıldı.
TAHİR ELÇİ DAVASININ CEZASIZLIKLA SONUÇLANACAĞININ İPUÇLARINI ALABİLİYORUZ
Fakat olay anındaki olası failleri tespit etmeyi kolaylaştıran ve sizin İngiltere’de hazırlattığınız rapor yargı sürecinin başlatılmasında önemli bir rol oynadı, değil mi?
Evet, zaten üç polisi şüpheli olarak tespit eden o raporun mahkemece kabul edilmesi, savcılığın iddianameyi hazırlamasında çok belirleyici oldu. O rapor olmasaydı belki de o iddianame hazırlanmazdı. Sanki “bir kaçarı, göçeri yok, madem rapor hazırlanmış, biz de iddianame hazırlayalım” gibi olmuş. Ama buna rağmen Tahir Elçi davasının cezasızlıkla sonuçlanacağının ipuçlarını şu anki havadan alabiliyoruz. Elbette bu davanın izini sürmeyi eşime karşı bir görev olarak görüyorum. Ama bugünkü hukuk sisteminde bir davanın olumlu sonuçlanıp sonuçlanmamasında avukatların mücadelesi değil, başka şeyler belirleyici oluyor. Hukukun uygulanabilir olduğu bir ortamda ancak avukatların başarısı, direnci belirleyici olabiliyor. Bugünkü Türkiye’de öyle koşullar yok. Ayrıca avukat olarak davaya katılmamın tamamen sembolik olacağını söylemeliyim.
Neden?
Aksini söylersem, bu davanın takipçisi olan çok başarılı avukat arkadaşlarıma haksızlık yapmış olurum. Onların, ellerinden gelen her türlü çabayı sarf edeceklerine, bu hukuki mücadeleye temel katkılar sağlayacağına inanıyorum. Bu davanın adaletle sonuçlanması için herkesin ortak katkısı gerekiyor. Dediğim gibi, benim bu davaya stajyer avukat olarak katkım sembolik. Ama mücadelemi başka alanlarda, özellikle de edebiyatta sürdürmek istiyorum. Örneğin her yıl Tahir’in anısına bir türkü yazsam bu benim için mücadelenin de bir parçası olur.
BÖYLESİ BİR ZİHNİYETİN REFORM YAPACAĞINI DÜŞÜNMEK ABESLE İŞTİGAL
Son günlerde iktidar koalisyonu içinde “hukuk reformu” gerilimi yaşandığını görüyoruz. Erdoğan, Adalet Bakanı ve bazı AKP’li yetkililer bu konuda beyanatlarda bulundular ama koalisyon ortağı MHP’den gelen tepkilerle birlikte işin rengi değişti. Hem bir avukat adayı hem de yaşam hakkı ihlaliyle karşılaşmış bir ailenin ferdi olarak iktidardan gelen açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Ufukta bir hukuk düzeni görüyor musunuz?
Sadece ben değil, toplumbilimciler, hukukçular da buna dair bir öngörüde bulunamıyor. Adil bir hukuk düzeninin ne kadar uzağında olduğumuzu kestiremiyoruz. Bununla birlikte, reformdan söz edildiğinin ertesi günü Diyarbakır’da avukat arkadaşlarımız gözaltına alınıyorlar. Arkadaşlarımız ne yazık ki şöyle bir suçlamayla karşı karşıya kalıyor: 2014 yerel seçimlerinde, seçim ve sandık güvenliğinin sağlanması için Diyarbakır Barosu tarafından yapılan görevlendirme listesi hazırlanmış. Üstelik Diyarbakır Barosu her seçim döneminde bu görevlendirmeleri yapar. Daha sonra DTK binasında yapılan bir aramada adların yazılı olduğu liste “ele geçirilmiş.” Yasal olan bu görevlendirme yıllar sonra bir avukatın karşısına suç olarak çıkabiliyor. Akıl alır gibi değil ama oluyor işte. Dolayısıyla böylesi bir zihniyetin reform yapacağını düşünmek abesle iştigal olur.
Üç yıl önce yaptığımız söyleşide, karamsarlık duygusunun sizde hâkim olduğunu görmüştük. Şimdilerde ise karamsarlığın yerini kararlılık ve azim almış gibi görünüyor. Yanılıyor muyuz?
Bu benim kişiliğimle, yapımla ilgili biraz da. İnsan ne kadar ağır travmalar yaşasa da, kendi mayası, hamuru neyse odur. Enerjimi, umudumu hayata olan sevgimden alıyorum. Zaman zaman hayatı sevmemeye yönelsem de, ondan vazgeçmiyorum. Ölümün olduğu bir dünyada insanın mutlu olması mümkün değil. Günü geldiğinde hayatımızı da, yakınlarımızı da kaybedeceğiz, kaybediyoruz.
VAZGEÇMİYORUM!
Ölümlü olduğunu bildiğini bildiğimiz tek canlı insan. Ama aynı zamanda mutluluğun da, mutsuzluğun da mutlak olmadığını biliyoruz. Bunun insanı umutlu veya umutsuz kılması, muhtemelen duruma göre değişiyor.
Doğru, mutlak mutluluğu beklemek zaten safiyane. Elbette çeşitli mücadele alanları yaratarak hayatın koşullarını değiştirebiliriz ve hayatın gerçeklerine de teslim olmamalıyız. O yüzden minimal düzeyde de olsa hem kendi hayatımı değiştirmeye hem başkalarının hayatına dokunmaya çalışıyorum. Vazgeçmiyorum. Tahir katledildiğinde hukuk fakültesinin 2. sınıfındaydım. Eğer Tahir’den sonra devam etmeseydim acıya teslim olurdum. Fakat öyle bir devam ettim ki, ağır depresyona girecek zamanım olmadı. Tahir’den sonra terapiye gitmedim, antidepresan içmedim. Kendime acıyla kavrulma zamanı vermedim. Okul bittikten sonra da okumalar yapmaya, yazmaya başladım. Bir romana giriştim. Belki çok iyi bir roman yazamayacağım ama edebiyat kadar beni güçlü kılan bir şey yok. Güzel bir şiir okuduğumda dünya benim oluyor. / DUVAR