Kürt sorunuyla ilgilenen entelektüellerden Ayhan Bilgen artan şiddetin sosyolojik altyapısını anlattı: "Devlet çözüm sürecine niye girildiğini topluma anlatmadı. Kürt gençleri de Türkiye'nin geri kalanı tarafından anlaşılmayı beklemiyor artık."
NEDEN
Kürt siyasetçi ve araştırmacı Ayhan Bilgen uzun yıllar MAZLUM-DER başkanlığı yaptı. Son dönemde Demokratik Anayasa Hareketi adlı sivil toplum inisiyatifini kurdu. Ayrıca Demokratik İslam Kongresi sözcülüğünü yapıyor. Kürt sorununa kafa yormuş önemli entelektüellerden biri. Kobani eylemleri patlak verdiği gün “Kobani’yi düşüren IŞİD değil, Anadolu’nun sessizliğidir” diye bir tweet attı. Bilgen’le bu hissiyatı konuşmak üzere buluştum. Türkiye solunun Gezi’den beri Kürtleri ‘Bizi yalnız bıraktınız, devletle anlaştınız’, Kürt siyasi hareketinin ise ‘Kobani de bile yanımızda durmadınız’ söylemlerini tercüme etmesini istedim. Bilgen’in analizleri bugünkü şiddet ortamını anlamak ve aslında çözmek adına önemli ipuçları veriyor.
“Kobani’yi düşüren IŞİD değil, Anadolu’nun sessizliği…” Ne demek bu?
-Aslında Kıbrıs Türklerinin meşhur sloganına atıf yapmaktı niyetim… “Kıbrıs Türk’ünü öldüren Palikarya’nın kurşunu değil, Türkiye’nin sessizliğidir” ifadesi 1974’te Türk milliyetçilerinin çok sevdiği bir slogandı. Türk milliyetçileri, Şengal’de Türkmenler, Kobani’de ‘aynı soydan’ diye ifade ettikleri Kürtler katliama uğrarken nerede duruyor demek istedim. Anadolu halklarının kendi vicdanıyla yüzleşmesi gerektiğini söyledim.
Kürtler Kobani meselesiyle, ‘Anadolu’nun sessizliği’ ile ilgili ne hissediyor?
-Tarihsel bir yalnızlık duygusu bu. Hep bizim başımıza geliyor hissi. Halepçe’de de kimse sesini çıkarmamıştı, Roboski’de de kıyamet kopmadı diye bir hatırlama sürecine giriyor Kürtler. Ve bu sürecin, bu duyguların sonunda artık mağduriyetten öte, öfke hissediyor. Benim ‘Barış Annleri’nde en erdemli bulduğum nokta “Biz çocuklarımızı kaybettik ama Türk anneleri kaybetmesin” tavrı, asker annelerine ellerine uzatma büyüklüğü idi. Bu, yeni kuşaklarda yok. Böyle görüyorum. Kürt gençleri artık şu psikolojiye girdi: “Bize rahat yoksa, biz burada insanca yaşamayacaksak, siz de rahatsız olun, siz de acı yaşayın.”
Ne zamandan beri böyle deniyor, bu tavır ve duygu değişimi ne zaman başladı?
-Geleneksel mekanizmaların işlevsizleşmesiyle başladı.
Geleneksel mekanizmadan kastınız nedir?
-Mesela din kardeşliği mekanizması. Bu artık inandırıcı ve güven verici bir söylem olmaktan çıktı hem Kürtler hem Türkler için. ‘Terörle mücadele edilirken Kürtlere de biraz zarar verildi’ ya da ‘Bazı Kürt köyleri yakıldı evet ama onlar da teröristlere yataklık ediyordu yoksa Kürtler bizim kardeşimiz’ diye başlayan devlet söylemlerinin Kürtler içinde de karşılık bulduğu dönemler vardı. Bugün 60-70 yaşlarında olan Kürtler bir vakitler bu söylemleri kabul etmişti. Ama tam o zamanlarda, yani 90’larda büyüklerinin yaşadıklarına, örneğin dedesinin köy ortasında jandarma tarafından dövülmesine şahit olan kuşak böyle bir psikoloji taşımıyor artık. Empati yapmak, Türkiye’deki diğer halklar tarafından anlaşılmayı beklemek, PKK ile ilgili özeleştiri yapmak gibi damarların bu kuşakta kurumuş olduğunu söyleyebilirim. Mesela Roboski’yi düşünelim. 34 kişi öldü, üstünden bin gün geçti, tek bir kişi dahi yargılanmadı. Bu olay 90’larda olsaydı belki başka türlü karşılanırdı. Ama bugün öyle değil. Çünkü artık çözüm sürecinin de getirdiği bir özgüven var Kürtlerde. Artık meydan okuyan bir seviyede saha iniyorlar.
Çözüm süreci özgüven getirdi ama öfkeyi azaltmadı mı? Niye?
-Çünkü çözüm sürecine kendi mücadeleleri sonunda gelindiğini, devletin onları muhatap almasının ardında 30 yıllık silahlı ve siyasi mücadelenin olduğunu düşünüyorlar. Devlet bizimle masaya oturdu diye lütfetmedi, merhamet göstermedi, oturdu çünkü savaşta yenişilemedi, biz bugüne gelmek için bedel ödedik, direndik diyorlar. Bunun bir cesaret patlaması yaratması da doğal. Bunda çözüm sürecinin yürütülme tarzındaki sorunların da payı var. Eğer adaleti, demokrasiyi, hukuku temel almazsanız, en küçük bir yalpalamanız karşı tarafta bu tür kırılmalara sebep olur. Örneğin devlet eskiden dövebileceğini, aşağılayabileceğini hissettirdiğinde boyun eğen bir taraf vardı. Bunun artık kalmadığının en iyi örneği cenazeler… Eskiden PKK’ye katılmış çocukların cenazeleri geldiğinde özellikle korucu kültürünün hakim olduğu yerlerde halk biraz da utana sıkıla, korkarak toprağa verirdi. Şimdi her cenaze bir gösteriye dönüşüyor. Cenaze kültürünün çok belirleyici olduğu Kürt toplumu için bu çok önemli bir gösterge.
‘Din kardeşliği’ söyleminin de artık bu ayrışmaya merhem olmadığını söylediniz. Peki Öcalan niye (son Newroz mektubunda) İslam şemsiyesi kavramını ortaya attı?
-Öcalan bu mesajları Kürtlere ya da Kürtlerin dindarlığına vermiyor ki. Türkiye toplumuna hitap edebilmek için, o hattın hala işlevsel olduğunu düşündüğü için bunu kullanıyor.
O mesajlar Kürtlere değil Türklere mi?
-Evet, son birkaç yıldır Öcalan Türkiye devletinin yapması gereken işi yapıyor. Türkiye devleti, Kürt sorunuyla ilgili topluma doğru bilgi vermeyi, geçmişle yüzleşmeyi tercih etmediği için, açık yüreklilikle ‘Kürt sorununun asıl sebebi devletin 100 yıllık tutumudur’ diyemediği için sorun çıkıyor. Çok yakın zamana kadar ‘bebek katili’ olarak sunulan kişinin bir anda ‘sıkışınca başvurulan’ kişiye dönüşmesine adapte olmak kolay değil. Bunu kolaylaştırma görevi devletindi ama yapmadı. Dolayısıyla Öcalan devletin yapması gerekeni verdiği bu mesajlarla yapmaya çalışıyor. İşin bir başka tarafı da devletin çözüm sürecine girmesinin asıl sebebinin artık bu çözümün çıkarlarına uyar hale gelmesidir. E peki savaşırken militarize ettiği kitleleri şimdi nasıl kontrol edecek? Yıllardır söylediklerini geri alması gerek. Burnundan kıl aldırmıyor ve bunu yapmıyor. Dolayısıyla Türklere de tuhaf bir psikoloji düşüyor.
Nasıl bir psikoloji?
-AB döneminde de vardı yargı ve bürokraside. “AB’ye girmemiz çıkarlarımıza uygun, serbest dolaşım filan gibi şeylere ihtiyacımız var ama onların her istediğini yapamayız, bize uymaz. Dolayısıyla yapıyormuş gibi yapalım, onları kandıralım…” 2000’li yıllardan sonra bu kandırma işini çok iyi yapabileceğimiz düşünüldü. Çünkü her masaya oturduğunda kazançlı kalkan, müthiş bir algı ve beklentileri yönetme becerisi olan bir başbakanımız vardı. Öyle düşünüyordu MHP ve AKP tabanı. Dolayısıyla “Erdoğan bu işi yaptıysa Kürtleri de en aza razı ederek yapmıştır” hissiyatı hakimdi. Yani Kürtlere yıllarca esir alınan hakları iade ediliyor fikri yoktu. Fakat bu son derece tehlikeli bir yol alma biçimi. Çünkü devlet ve örgüt (PKK) bir noktada anlaşabilir ama bu toplumda patlamalar yaşanmayacağının garantisi değildir. Kürtlerin kandırılacağını sanan kesim bir gün bir şok yaşayabilir. Yahut kaotik bir ortamda Kürtler özerk yönetimlerini kurma gayretine girdiğinde çok şaşırabilir ve sonuçta linç psikolojileri ortaya çıkabilir. Çünkü Kürt sorunu nedir, niye bugüne gelindi hala ve özellikle bu topluma anlatılmadan işler yürütülmeye çalışılıyor.
Türkiye’nin batısındaki solun ‘Gezi’de Kürtler bizi yalnız bıraktı çünkü devletle pazarlık halindeydi’ ya da Mehmet Altan’ın deyimiyle ‘Kürtler kendi süreçlerine daldı, Batı’daki faşizmi umursamıyor’ fikirlerinin temeli nedir?
-Türkler, Kürtlerin nasıl ve ne kadar Gezi’de yer almasını istiyordu bir kere bunun sorgulanması lazım. Mesela ilk etapta İzmir’de Gezi olaylarına katılan Kürtler büyük saldırıyla karşılaştılar. Gezi’deki bir takım milliyetçi sol çizgideki örgütler ‘Siz burada ne arıyorsunuz’ diye Kürtlere yöneldiler. Kürtlerin içerisinde de ‘Bizim orada ne işimiz var, onlar Ergenekoncu, onlar bizim katillerimiz’ algısı vardı ki bu algının oluşması AKP’nin başarısı sayılabilir. Bu algı BDP(HDP) dışında, BDP’yi fazla sola yakın bulan muhafazakar Kürtler arasında daha yaygındı. Gittiğimiz her toplantıda “Erdoğan bir şeyler yapmaya çalışıyor, bunlar da Erdoğan’ı devirmeye çalışıyor” deniyordu. ‘Bunlar’ dedikleri de Kuvayı Milliye bayraklarıyla alanlarda görünen kimselerdi. Bu aslında iki toplumun birbirini nasıl toptancı bir biçimde algıladığını ve yaftaladığını gösteriyor.
Türkiye solu Kürtlere ‘Gezi’de bizi yalnız bıraktınız’ diyor, Kürtler de ‘Siz hiç yanımızda olmuyorsunuz, Kobani’de de yoksunuz’ diyor değil mi?
-Evet aynen öyle. Bu noktada Diyarbakır’daki Kürtler, Türkiye’nin batısındaki Kürt’ün sola bakışı da aynı olmuyor. Şartlar nedeniyle. Diyarbakır’daki Kürt sokağa yalnız çıkmaya, yalnız mücadele etmeye alışmış. Demografik olarak da yanında ciddi bir Türk solu görmesi mümkün değil zaten. İstanbul’daki Kürtler ise yanlarında az da olsa sol sosyalistler grupları bulabiliyor. Ve görüyor ki aslında sosyalistler bu kadar. Yani daha başka güçleri var da Kürtlerden esirgiyor değiller. Bir yandan da Batı’da bir eylem yapıldığında Kürtlerin katılımı sosyalist gruplarınkinden çok daha fazla oluyor. Bunun bir nedeni Kürtlerin daha politize ve örgütlü olması, diğer bir sebebi de ezilen sınıfın çoğunlukla Kürtlerden oluşması. İşçi sınıfına bakın, ekseriyetle Kürtleri göreceksiniz. Dolayısıyla ortada bir yalnız bırakılma psikolojisi varsa toptancı bir anlayışla tarif edilemez, yere ve zamana göre değişir. Ama dediğiniz çok doğru, o gün Gezi’de bu hissedildiyse, bugün de Kobani’yle ilgili “Gezi’deki bir ağaç kadar Kürtlerin değeri yokmuş” ya da “Taksim’de bir ağaç olsaydık bizi daha çok sahiplenirlerdi” hissiyatı var ve çok yaygın maalesef. Ben bunu görüyorum. Kürt siyasetini zaten solcularla birlikte hareket ettiği için eleştiren kesimler yani Kürt milliyetçileri ve muhafazakarları tam da bu noktada. “Gördünüz mü size Gezi ile ilgili hesap soruyorlardı ama bu olayda bile yanımızda yoklar” diyorlar.
Sizce Kobani İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in sahiden umurunda değil mi?
-Devletin sistematik bir biçimde uyguladığı “iti ite kırdırma”, “yesinler birbirini” taktiklerinin toplumun zihniyetine yerleştiğini düşünüyorum. Kobani meselesine, IŞİD’le PKK kapışsın, bizim işimize gelir penceresinden bakılıyor maalesef. Benim Kürt kardeşimin kardeşini katlediyorlar diye değil. Ayrıca Türkiye’nin 26-45 36-42 sendromu vardır. Bu toprakların dışında birilerinin olduğunu kabul etmeyiz. Dolayısıyla İstanbul’daki Çeçen’in Kafkasya’da, Bursa’daki Boşnak’ın Bosna’da, Edirne’dekinin Makedonya’da, Bulgaristan’da, Diyarbakır’dakinin Suriye’de akrabası olduğunu da bilmez, kabul etmeyiz. Tabii Kobani olayında işin bir de Alevi boyutu var.
Nedir o Alevi boyutu?
-“Bugüne kadar Suriye’de binlerce Nusayri öldü, Kürtler o zaman niye ayaklanmadı” diye düşünüyor Aleviler de… “Siz de Sünnicisiniz, Sünni kimliğinizle davranıyorsunuz, zaten Öcalan da İslamcılık şemsiyesinden söz etmişti” yönüne savruluyorlar. Bence bu noktada Kürt siyaseti ve HDP Alevilerle ilgili dilini gözden geçirmeli. CHP’ye oy veren Alevileri ‘celladına aşık’ olmakla suçlayarak ve dolaysıyla aşağılayarak hiçbir yere varılamayacağı ortada. Hele de yanyana durabilecek tüm kesimlerin deminden beri anlattığımız gibi kendi köşesinde bir diğerini suçladığı dönemde HDP’nin bir özeleştiri vermesi gerek. Kobani’de Türkler ve Aleviler ne kadar vardı ya da Gezi’de Kürtler ne kadar vardı sorularını bırakıp birlikte yürümenin şartları konuşulmalı.
HÜDA PAR TUTAR MI DİYE MERAKLANMIŞLARDI
Kobani eylemleri sırasında Hizbullah’ın eline silah alıp sokağa çıkmasının ardında KCK ve HDP’ye göre ‘karanlık güçler’ var. Sizce de öyle mi?
-Hizbullah’ın HÜDA PAR olarak partileşmesi ve siyasal zemine yerleşmesi bir bütün olarak örgüt içinde içselleşmiş bir süreç değil gibi geliyor bana. Hizbullah’ın içinde silahlı mücadeleye devam etmekle ilgili ciddi tartışmalar yapılıyor. Özellikle yurtdışına giden cezaevi kadrolarının örgütle bağlantısını kesip El Kaide ile bağlantıya geçtiği konuşuluyor. Zaten başından beri Hizbullah’ın içerisinde İran hattı ne kadar varsa, Türkiye hattı da o kadar var. Bugün de İran’ın da Türkiye devletinin de eli var var. Kürtlerin birbirini yiyerek bölgedeki güçlerini dağıtması hayali var. Bugün hükümetin içindeki en ılımlı kimseler bile HÜDA PAR’ın kuruluşunu çok merak etmişlerdi. Bunu yakından biliyorum.
Ne vardı bu merakın altında?
-Yani Kürt siyaseti hareketine alternatif olabilir mi, tutar mı diye merak etmişlerdi. Yoksa Kürtlerin çoğulcu olmasına dair bir arzudan kaynaklanmıyordu bu merak. Bence bu tür hesaplar hem bürokraside hem de devlet aklında mevcut.