“Bu dokunulmazlıkların kaldırılması teknik olarak bu dokunulmazlığı düzenleyen maddenin bir defalığına askıya alınmasıyla oldu. Ardından şöyle bir şey yapılması gerekirdi, metafizik bir şey ama işte başka türlü bu uzantı yerine gelmeyince bihakkın buna uygun bir işlem yapılabilmesi mümkün olmuyor. Neydi o? Bir zaman makinesi olsaydı bizi götürüp geçmişte yargılasalardı. Bu olmadığı için bu yargılamaların tümü "Evet, ben yaptım oldu." mantığıyla savunulursa ülkenin son, neredeyse çeyrek yüzyılı "Ben yaptım oldu." mantığıyla yürütülüyor. Ama hukukun üstünlüğü, hukukun genel evrensel normlarını gözetmek diye bir kaygımız olursa baştan kadük çıkmış bir yasaydı. Ardından Anayasa Mahkemesi süreci var, bununla bitse neyse. Anayasa Mahkemesinin çok sahih, sarih bir kararı var. Balbay başta olmak üzere, dönemin… Hani, literatüre biraz "Balbay, Haberal içtihadı" olarak geçti. Orada, aynı zamanda seçmenin iradesine de bir gasp söz konusu olduğu mealinde bir şeyler söylenerek, tutukluluk meselesinin yasama döneminin sonuna bırakılmasını, vekilin yasama görevinden alıkonulamayacağını belirtiyordu.
Şimdi, bizim müracaatımız var bütün bu yargılanan vekil arkadaşlarımız ve cezaevinde bulunan arkadaşlarımız için fakat Anayasa Mahkemesi bir türlü gündemine almaya cesaret edemiyor. Biliyorsunuz, bir şekil ve müddet esaslı çalışır hukuk. Bu şekil ve müddet barajına da takılmamak için "havuz" diye bir şey uydurmuşlar, o havuzda muhtemelen çürüyene kadar ıslak tutmaya devam edecekler. Ne hukuk ne vicdan ne de tutarlılık bunun böyle olmasına daha fazla tahammül göstermemeli.”
İçinde hiç "saray" geçmeyen bir bütçe konuşması yapacağını söyleyen Önder: “Bütçe disiplini kaybolmuş. Bir bütçede beklenen nedir? Bütçe üzerine birkaç şey söylemek. Oluşturulan fonlarla merkezî harcama disiplini hayatın birçok alanından baypas edilmiş ve bunlar da Sayıştay denetiminden kaçırılmış. Sonra, bakıyoruz ki bu Sayıştay denetiminden kaçırılması için de olağanüstü bir gayret ve çaba sarf edilmiş. "Denetim" dedin mi iktidarın ödü kopuyor. Hep seçilmişliğe vurgudan, hep "Millet, bir daha bize oy ver" diye vurgudan ve bir de yol, köprü ve baraja yapılan vurgulardan ibaret bir Hükümet takdimi dinledik.
Onlara birinci tavsiyem şu: Orda Doğu'da, doğuda genel olarak iktidar yıpratıcı bir şey değildir, güç tahkim edici bir şeydir. Bir müddet sonra milletin güvenlik duygusunu, milletin geçim endişesini rehin alarak kendinizi bir müddet var edebilirsiniz. İşin içine zor da girdiğinde büyük maliyetler üretmeye başlar bu iktidar süresinin devamı.
İnşaat faslına gelince, herhalde dünyada "Köprü yaptık" diye, sadece Karayolları Genel Müdürü, bakın, Ulaştırma Bakanı bile yapsa çok hoş karşılanmayacak bir şey, sadece Karayolları Genel Müdürünün övüneceği bir şey bir bütün iktidar blokunun tek enstrümanı haline dönüşüyor. Faşist işgal sonrası Berlin'in inşa sürecine bakın, taş üstünde taş bırakılmayan, neredeyse koca bir harabeye dönmüş bir kent kaç ay içinde eskisinden daha mamur edilmiş, imar edilmiş bir bakın, lütfen buraya gelip karayolları, köprüler, barajlar falan, bunlarla insanların algılarıyla oynamayın, vaktini almayın” dedi.
İçinden geçmekte olunan günlerde ortaya çıkan durumu özetleyeceğini söyleyen Önder Şöyle konuştu: “Korku ve panik çok farklı şeylerdir, ikisi kategorik olarak çok ayrı iki meseledir fakat benzer tepkiler verirler; siz, neyin korku kaynaklı, neyin panik kaynaklı olduğunu ayırt edemezsiniz, korkuyor mu, paniğe mi kapılmış belli olmaz. Korku, kaynağı belli ve açık şeyler karşısında duyulan ve insanın yer yer hayatta kalmasını, kendini korumasını sağlayan bir duygu olarak tarif edilir. Sayın Mehmet Bekaroğlu kusura bakmasın, onun alanına giriyorum. Ama panik öyle değildir; endişe, kaygılanma bozukluğu öyle değildir.
Şimdi, içinden geçmekte olduğumuz günlerde, devlet çarkının, Hükûmetin, ülkeyi yönetenlerin tamamen bir kaygı bozukluğu ve bir panik hâliyle tarif edilebilir ancak, yapılanlara baktığınızda. Bunda da bilişsel psikoloji denilen mesele, bunun tedavisine dair en geçerli yöntem olarak yüzleşmeyi en öne koymuş. Yüzleşemezseniz savaşır durusunuz, debelenir durursunuz.
Konuşmamın bundan sonrası bir kısa paragraf içerecek ve o bittiği zaman size bir şey söyleyeceğim. Şanlı tarihimiz, iktidarın sürekli, her fırsatta ve her vesileyle giderek millîlik, yerlilik falan argümanlarıyla bezediği bir temel enstrümanına dönüştü. Türk milliyetçileri zamanında bu iktidarın milliyetçilikten, millîlikten, yerlilikten ne anladıklarını yeterince ve etkili bir şekilde burada dile getirdiler. Ben de bu tarihî referansla konuşmak istiyorum. Türkler ve Türklük dediğimiz şeyin dünya tarihinde anıldığı en önemli enstrüman nizam kurabilme yeteneği, imkân ve kabiliyetidir. Türkler, Batılı bazı kaynakların tahrif ettiği gibi, militer yanlarıyla bu denli göç ve hükümranlık alanlarını oluşturmamışlardır. Nizam kurabilme kabiliyetleridir bunu onlara sağlayan. Anadolu'ya ilk geldiklerinde hepi topu 100-150 Anadolu ereni; atları yoktu, pusatları yoktu, silahları yoktu, orduları yoktu ama bu coğrafyanın takatsiz kalmış Hristiyanlığına, mecalsiz kalmış kavimlerine ve büyük boğazlaşmalara, halklar ve inançlar arasındaki büyük boğazlaşmalara bir güçlü, hani neredeyse sihirli bir söz söylediler; o söz şuydu: "Biz 72 millete bir nazarla bakarız."
Türkler, sanıldığı gibi Alparslan'la Anadolu'yu yurt etmediler; o, işin belki de en son aşamasıydı. Türkler bu sözle Anadolu'yu yurt ettiler çünkü bu, boğazlaşma hâlinde olan halklara, yek diğerini imha etmekten başka bir perspektife sahip olmayan güç odaklarının elinden bizar olmuş halklara, kavimlere bu söz çok iyi gelmişti.
Bu nizam kurma kabiliyet ve becerisinin en açıklayıcı vasıflarından birisi; birlikte yaşama hukuku ve birlikte yaşama kültürüne dair tarihe geçmiş çok önemli pratiklerin sahibiydiler Türkler, giderek de bu repertuarlarını hep geliştirdiler. Niye? Bir "biz" kavramının içinden konuşuyorlardı. İşte "72 millete bir nazarla bakarız." bu "biz" kavramının bir eseriydi. Sonra bu "biz" kavramı özellikle cumhuriyetin kurulması aşamasında… Tekrar olacak, biliyorum ama bunu tekrar söylemek zorundayım, sonunda bir notum var çünkü. "Cumhuriyet" imkânlarla zaruretlerin kesiştiği noktanın adıydı. Bu, imkânlarla zaruretlerin kesiştiği noktada bu "biz" olgusu öyle bir güç kazandı ki elimizdeki bakiyeyi koruyabildik, buradan bir yurt edilebildik. Ne olduysa, bu "biz" kavramının içi boşaltılıp teke irca edilmesiyle, tek bir cins, tek bir ırk, tek bir inanç, buralara irca edilmesiyle sıkıntılarımız başladı ve hâlen altından kalkabilmiş değiliz.
Batılı emperyalist ülkelerin kendi ülkelerindeki refahı sağlamalarının biricik yolu var, onu yaptılar. Bunun bir tek açıklayıcı sebebi var, kendi iç çelişki ve çatışmalarını üçüncü ülkelere ihraç ettiler. Yani Batının bütün emperyal devletleri eğer kendi ülkelerinde refah, huzur ve benzeri şeyleri sağlayabilmişlerse bu çatışmaları kendilerinden daha mazlum, daha gariban, daha güçsüz ülkelere ihraç ettiklerinden dolayı. Fakat bu topraklarda şöyle bir şey oldu: Biz elimizde kalan bakiyenin içerisinde bin bir meşakkatle, Türk'ü, Kürt'ü, Ermeni'si, Rum'u, Arap'ı, Süryani'si, hep birlikte yurt edindiğimiz bu toprakta sıkıntılar bir başka yere ihraç edilemediği için hep başka inançlara ve Kürtlere ihraç edildi. İçinden geçmekte olduğumuz günlerde de böyle bir pratiği tekrar tekrar yaşamanın sıkıntılarını yaşıyoruz hep birlikte ülke olarak ve geleceğe büyük maliyetler biriktirerek.
Yine, Türklüğün nizam kurma kapasitesiyle olan bağı ve imkânları kesilmiştir. Hani eğer bir "official" milliyetçiliği, bir devlet milliyetçiliğini, hepi topu iki yüz yıllık bir icat olan devleti bu kadar fetişleştirerek, tabulaştırarak bir devlet milliyetçiliği içerisine girmeden gerçekten tarihsel bir bilinç noktasından konuşacaksak ele alınması gereken en kıymetli yanı burasıydı Türklüğün. Yabancı seyyahların ve tarihçilerin sıklıkla bahsettikleri 1526 Mohaç yürüyüşü vardır, herkesin hatırlamasında fayda var. Bizim kendi kendimize yaptığımız propagandadan daha etkili bir tespittir. Mohaç yürüyüşü 200 bin kişilik bir orduyla yapılmıştır ve bütün bu yabancı tarihçiler şunu vurgularlar: Bütün Rumeli'yi katetti bu 200 bin kişilik ordu, bir tek buğday tanesini ayaklamadan gitti. Bu, tarihe bu kadar şeddeli bir şekilde nakşolunmuştur.
Peki, bugün geldiğimiz noktadaki bu imkân ve kabiliyetin yansıma biçimine bakalım: 81 vilayettik 80 vilayete düştük. Bütün Rumeli'yi kat ederken bir buğday tanesine basmayan bir idrakten "Terörle mücadele" adı altında, "Şiddetle mücadele" adı altında bir şehri topyekûn haritadan sildik. Bu da bir yöntem midir? Yöntemdir ama bunu Moğollar yaptı, Osmanlı böyle davranmadı. İşte, tarihe geçme biçimi tam da böyle zamanlarda ortaya çıkıyor. Eğer konuşacaksak burasından konuşacağız.
Biz Halkların Demokratik Partisi olarak şiddeti bir hak arama yöntemi ya da gerekçesi olarak hiçbir zaman bulmadık, görmedik, en şiddetli bir şekilde bu uğurda hayatını kaybeden bütün yurttaşlarımıza rahmet diledik, yapılanı da nefretle kınadık. Ona rağmen hâlen, sadece son hadisede ilk -herkes kendini bilir- ve içten tepkimizi, duygumuzu söyledik. Bugün yine Emniyet Genel Müdürlüğünden sızdırılan bir belge geziyor, "Ankara'da da böyle bir şey olacakmış" diye; kaygı, endişe, gelecek korkusu, kırk yıl sürmüş bir savaş ve kırk yıl süren bir savaşı bekleyen mukadderat gibi. Savaş sözüne bazı arkadaşlar alınıyorlar. Devletin resmî kayıtlarında düşük yoğunluklu bir savaş olarak geçiyor bu hâl, devletin resmî kayıtlarında böyle. Kırk yıl süren bir savaşta savaşan tarafların temiz kalması, kirlenmemesi, işin içerisine başka ellerin girmemiş olması düşünülemez bile.
21'inci yüzyılın paradigmasında, istihbarat savaşları eski usul ajan provokatörler sunmak şeklinde olmuyor. Bu yüzyılın açıklayıcı kavramı gelişmelere meyil vermektir. Siz gelişmelere belli bir meyli verirseniz gerisi fizik yasasının işidir, her şey oraya akacaktır. Onun için bizim kendi bildirimizi ayrı okumak durumunda kalmamız bu meseleye yaklaşım farkımızdan kaynaklanmaktadır. Ne gidenlere yüreğimizin diğer arkadaşlarımızdan daha az yanması ne -hani diğerini telaffuz bile etmek istemiyorum- yapılanı olumlu ya da mazur görmek, bunlarla alakası yoktur. Aramızda bu tarihsellikten de gelen bir yaklaşım farkı vardır, bu da doğaldır. Herkes kendi sınıfsal kökeni, kendi ait olduğu dünya görüşü, fikriyatı ve diğer bir sürü şey sebebiyle meselenin halli cihetinde çok farklı şeyler düşünebilir.
Meclis dediğimiz mekanizma, tam da tarihsel şekliyle baktığınız zaman -yani Büyük Millet Meclisini kastetmiyorum- Meclis dediğimiz şey, bunun, bu farklılıkların konuşularak mümkün olan en geniş uzlaşmanın sağlanması meselesidir. Siyaset, fırka dediğimiz şey, özünde zaten bir bölümleme, bir bölme işidir. Bölümleme daha etkin bir karşılığı ama bu bölümleme neyle aşılabilir? Sözle. Bizim de sözden başka bir hükmümüz yok fakat buraya çıkan herkes, grubumuzu Meclis kürsüsünde ilzam edecek, kabullenemeyeceğimiz, birlikte anılamayacağımız ithamlarla itham edip duruyorlar.
Dün gece Genel Merkezimiz kurşunlandı. Bir hafta önce, parti meclisi üyelerimiz ve MYK üyelerimiz parti Genel Merkezine güvenlik kontrolünden dolayı geçemiyorlardı. Sebebi söylenmeyen, işte "Sadece vekil geçebilir" gibi bir şey vardı. Bir düşünün, sizlerin siyasal partisinin önünde polis size böyle bir bariyer kuruyor. Ne hikmetse, parti meclisi üyemizin geçemediği polis kontrolünden saldırganlar geçiyor.
2 tane örnek vereceğim ama buraya kadar yaptığım konuşmayla ilgili aktarmak istediğim notu aktarayım. Meclise devam eden arkadaşlara aşina gelmiştir, devam etmeyenler de tutanaklardan teyit edebilirler; benim hakkımda kırk yıl istenen konuşma, bu Horasan erenleri, Anadolu erenleri hakkında yaptığım konuşmadır arkadaşlar. Diyarbakır Ceza Mahkemesinin gerekçeli kararında, bu konuşmayı aynen Diyarbakır'da da yapmışım, burada eksilttiğim bir şey yok, üstüne koyduğum bir iki cümle var, o konuşmadan dolayı hakkımda kırk yıl ceza isteniyor. Dileyen her arkadaşa o iddianamenin bir örneğini gönderebilirim. İçinde, bu konuşmanın dışında ve bu konuşmanın DTK'da yapılmış olmasının dışında bir şey bulan çıksın, desin ki: "Sen yanlış beyanda bulundun, eksik beyanda bulundun, fazla beyanda bulundun" Bu, sadece bana özgü bir durum da değil. Dosyalarımızın tamamı, eğer bu süreç bir hakkın işletilmiş olsaydı yani dokunulmazlık süreci, bir karma komisyona gitseydi, eminim birçoğunuz "Ya, böyle saçma bir iddia için mahkemeleri meşgul etmeye değer mi?" derdi. Siyasetçinin söz hakkı dünyanın her yerinde çok geniş bir anlamda yorumlanabilir. En fazla, yanlış konuşmuş olabilir, en fazla, kötü konuşmuş olabilir -şiddete bir teşvik yoksa, onu ayırıyorum- ama bundan dolayı bir parlamenter hakkında kırk yıl ceza istenebilemez. Bu, işte o farklılaşan yaklaşım metotlarımızdan birisi.
Biz 15 Temmuz darbesinde hep beraber imza attık fakat sonu nasıl geldi? Bunu imzalayan 3 siyasal partiymiş gibi davranıldı. Normalde bize düşen, o muameleye maruz kaldıktan sonra "Efendiler, yani biz sizinle ortak bildiriye imza attık ama siz bunu imzalayan 3 partiymiş gibi bundan sonrasında götürdünüz bu süreci. Şimdi niye bizim imzamıza müracaat ediyorsunuz?" dememiz gerekirdi fakat biz buralarda değiliz. Bizim efkâr ettiğimiz memleketin hâlidir, gençlerimizin hâlidir, topyekûn geleceğimizdir, ortak vatanımızdır. Onun için buraya da takılmadık, "Ortak olacak metin bir siyasal parti tüzüğü gibi olmamalı. Siz parti bildirgenizde istediğiniz kavramı kullanabilirsiniz ama bir müştereklik aradığınızda bu müşterekliğin gereğini yerine getirmek zorundasınız" dedik, zaten bize de "Beraber yazalım" denmedi, gittiğimizde bir metin vardı "Siz de buna imza atacak mısınız" diye biraz usul dışı bir yaklaşımla karşı karşıya kaldık.
Hukuksuzluklar burada bitmiyor. Bunlar içinden geçilmekte olan günlerde hep idrak edilemiyor ama sonrasında büyük bir utancın adı oluyor. Sonra insanlar bundan dolayı nedametlerini, bundan dolayı üzüntülerini defalarca belirtmek zorunda kalıyorlar. Hadi, bununla kalsa neyse ama ortak geleceğimiz çok önemli ölçüde tahrip olmuş oluyor ve giden gençlerimiz oluyor.
Şimdi, hukuksuzluk bununla kalsa neyse dedim. Buradaki bütün milletvekili arkadaşlarıma, vicdanlarına seslenerek sormak istiyorum: Hepiniz cezaevinde istediğiniz tutuklu ve hükümlüyü ziyaret ediyorsunuz. Bir hafta öncesine kadar bize yasaktı. Bu yasağın, bir hafta öncesine kadar bize gerekçesi de söylenmedi. Biz hiçbir cezaevine gidemedik. Eş başkanlarımız cezaevine alındığında -bu bir ayıp vesilesidir, artık hukuk falan değil yani bu yapılana ayıp denir- diğer partilerin sayın milletvekilleri ziyaret edebiliyordu, biz edemiyorduk. Bu garabet daha fazla sürdürülemez olunca Sayın Adalet Bakanı, bize, hakkında fezleke olup da gitmeyenleri… Oysa dün böyle bir şey yoktu yani bizim cezaevi görüş yasağımız neredeyse iki yıllık bir yasak ama bu durum başlayınca "Siz, mahkemeye gitmeyenler gidemez; fezlekesi olmayanlara görüş izni vereceğiz" dendi ve onlara da Ahmet Türk gibi, Gültan Kışanak gibi, Bekir Kaya gibi belediye eş başkanlarımızı ziyaret izni verilmedi. Hani, onların kriterine uyan vekillerimiz de bundan mahrum edildi.
Şimdi, bu gerekçe biraz önce yine değişti. Hakkında hiçbir fezleke olmayan bir sayın vekilimiz Adalet Bakanlığından -bu ölçülerle- cezaevi ziyareti için izin istedi. Biraz önce söylediği "Siz, o ortak bildiriye imza atmadınız, onun için görüş mörüş için bana gelmeyin."
Bunlar aslında bizim meselelerimiz değil. Gönül isterdi ki -belirten arkadaşlar da var, onları bir kenarda tutuyorum, hepsine hassasiyetleri için teşekkür ediyorum; iktidar partisinden de var, muhalefet partisinden de var- bu hak aramak böyle bir şeydir. Hani meşhur bir terkip vardır: İnsanlığın başına ne gelirse Hakk'tandır ama geliş sebebi Hakk'tan ayrılmaktandır. Gönül isterdi ki Hakk'tanayrılındığı zaman burada bizlerden daha fazla diğer vekil arkadaşlarımız kalksınlar bu haksızlığın düzeltilmesi talebinde bulunsunlar, bu yok. Genel Merkezimiz dördüncü defa saldırıya uğradı, saat oldu beş, hiçbir siyasal partiden bir geçmiş olsun mesajı yok.
Ama iki tane çok önemli hadise var. Bundan önce Genel Merkezimize ateş açan Altındağ'da mukim bir yurttaş, çok genç, evinde kalp krizi geçirmiş ya da şüpheli bir şekilde ölmüş olarak bulundu ve bunlar fazlaca cezaevlerinde yapılan eylemle mütenasip bir alıkonulma ya da cezaya maruz kalma hiçbir zaman olmadı, gözlerden kaçtı. Muhtemelen kontra unsurların teşvik, tahrik ya da özendirdiği eylemi yapan bir yurttaştı, belki bir şeyler söyleyecekti, şüpheli bir ölümle hayatını kaybetti. Kimi araştırıyorsak bu konuda bize yönelen sabıka dosyası olarak böyle bir yurttaş hassasiyeti profilinin çok dışında kriminal bir tabloyla karşılaşıyoruz. Bu yapılmakta olan işte o gelişmiş Batılı emperyalist devletlerin kendi sıkıntılarını bir başka yere ihraç ederek kendi huzur ve stabilitelerini korumalarının bir eseridir.
Bir diğeri, bütün bu sürecin bozulmasına gerekçe olarak gösterilen, Urfa'da 2 polisimizin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan, katledilmesiyle sonuçlanan olay. Üzerinde yüzlerce şaibe gezip duruyor. En azından bildiğimiz, fail diye gösterdiklerinin bu meselenin faili olmadığı. Kısa geçeyim, dönemin Urfa Emniyet Müdürü Darbe Komisyonuna bir ifade verdi, bütün vekil arkadaşlar erişebilirler. Sayın Efkan Ala ve Sayın Numan Kurtulmuş'un oradaki saldırıya maruz kalma biçimi ve ardından tetiklenen süreçte çok ibretlik ve karanlık noktalar vardır.
Yani, birileri ülkeyi bu savaşla meşgul etmenin bir yolu olarak bu meyil verme planlarını devreye soktular. Bunun içerisinde bu eylemlere katılanların belki haberleri bile yoktur. Eskisi gibi öyle, bir bordro ilişkisi, bir kadro ilişkisi gerekmiyor. Bu toplumun hassasiyetlerini bilen, açık sinir uçlarını bilen birileri oraya bir kısacak dokunduğunda, kıvılcımın, linç duygularının, nefret söylemlerinin nasıl kabaracağını biliyorlar.
Şanlı tarihimizden bir örnekle bitirmek istiyorum. Cemalettin Taşçı'dan naklen anlatacağım, onda okudum, İnebahtı meselesi. Donanmamızın kutsal ittifak tarafından harap edilmesi karşısında -mevsim kıştır- Uluç Ali Paşa Sokullu'ya gider. İşte o "şanlı tarihimiz" diye işin hamaset boyutunu hep öne çıkardığımız meselede, Sokullu'ya atfedilen bir söz vardır. Yaza kadar bu donanmanın yeniden yapılması ve o saldırının göğüslenmesi gerekmektedir. Demiştir ki "Paşa, endişeye mahal yok. Bu millet isterse donanmasının halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapar."
Bunu tarih kitaplarımızda okumayanımız yoktur ama bunun devamı hiçbir zaman söylenmez. Sokullu şöyle devam etmiştir -lafının tamamını yeniden tekrarlayıp teşekkür edeceğim- demiştir ki: "Paşa, telaşa mahal yok, bu millet isterse bu donanmanın halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapar ve lakin giden o leventler var ya, onları geri getiremez."
Giden, insan kaynaklarımızdır. Yerine konulamayan, kolay telafi edilemeyen en önemli şeylerimiz insan kaynağımız ve zamanımızdır. Bu ikisinin taklidi yoktur, sahtesi yapılamaz, kolayından üretilemez. Onun için, çözüm nerede? Çözüm… İki buçuk sene tecrübe ettik, daha önce bu devletin böyle bir tecrübesi yoktu. Polemik havasından ve spekülasyondan uzak, canı yanan bir insan olarak, bir vekil olarak konuşuyorum.
Daha önce son konuşmamda süreci, "Süreçte aslında ne oldu"yu anlatmıştım ve sizlere bir taahhütle anlattım, dedim ki: Hükûmetten, dönemin bakanlarından, Başbakanından, Cumhurbaşkanından birisi "Sırrı, gerçekleri yansıtmıyor." ya da "Eğip büküyor." ya da "Yalan söylüyor." ya da "Fazla söylüyor." derse, delil istemeden özür dileceğimi söylemiştim. "İspat edin." demeyeceğim. Farkındasınız, hiç kimseden böyle bir çıkış gelmedi. Dert ettiğimiz memlekettir ve doğruları söylüyoruz. Bir süreç yaşadık, eksileri oldu, fazlaları oldu ama dünyanın her yerinde de böyle olmuş. Biz kendi içtihatlarımızı oluşturarak yürümeye çalıştık ve kimse bihakkın el vermedi. Kimse bunun alternatif maliyetinin korkunç bir şey olacağını öngöremedi. Bugün, o günleri yaşıyoruz. Yeniden, bir birimizle göz hizasında ve seçilmiş bütün arkadaşlarımın hukuklarının iade edilerek aramızda olduğu günlerde göz hizasında dertlerimizi konuşup, çarelerini arama imkânlarının oluşacağı bir güne olan özlemle hepinizi saygıyla selamlıyorum.” / Evrensel