Yazdan kalma güneşli bir Diyarbakır sabahı. Geçtiğimiz hafta Musa Anter Jüri Özel ödülü verilen gazeteci Kibriye Evren’in duruşmasından çıkıyorum. Beklenen tahliye kararı yine çıkmıyor. Jandarmalar arasında kızının yeniden cezaevine götürülüşünü izleyen annenin gözyaşları yanağımdaki ıslaklığını koruyor. Özgür olmaktan utandıran hava çarpıyor yüzüme, karşı taraftan gelen tanıdık bir yüze rastlıyorum, belediyeden mesai arkadaşım, binaya doğru gidiyor. Göz göze geldiğimizde selam vermeye çalışıyorum ama görmezden geliyor.
Dudağımda asılı kalan gülümsemeyle belediye karşısındaki caddeye geçiyorum. Vakit henüz erken. Emniyet güçleri Lise Caddesi’ni trafiğe kapatmak için son hazırlıklarını yapıyor. Eylem yerini gören bir kafede oturup beklemeye başlıyorum. Karşımda Çarmar, A 101 ve Kafka Kitabevi. İlk önce beyaz tülbentli iki kadın geliyor. Ellerinde üzerine oturmak için biçimli kesilmiş kartonlarını iştah kabartan ekmek fotolarının asılı olduğu market camekanının önündeki kaldırıma seriyorlar. Ardından başka kadınlar geliyor. Ve diğerleri. Yavaş yavaş çoğalıyorlar. Gençler geliyor, heyecanlılar, hemen şarkı söylemeye başlıyorlar. Basından tanıdık simalar. Ardından milletvekilleri geliyor, insanlarla kucaklaşıyorlar.
Her gün 11.00 ile 13.00 saatleri arasında burada ellerinden alınan hayatın nöbetini tutuyorlar. Bugün 37’nci günleri. Muzip bir oğlan çocuğu geçerken “Yaşasın Çarmar direnişi!” diyor, gülümsüyoruz. Birazdan alkış sesleri yükseliyor. Büyükşehir Belediye Başkanı Selçuk Mızraklı geliyor çünkü. Kaldırımdaki yerini alıyor, yanına gidip sormaya başlıyorum, anlatmaya başlıyor. Konuşmamız yanına gelip sarılmak isteyenlerden dolayı sürekli kesintiye uğruyor. Röportaja devam ederken, karşı kaldırımdaki sivil polislerden birinin fotoğrafımı çektiğini fark edince gayrı ihtiyari saçımı düzeltiyorum.
Gençlerin söylediği şarkının sesi konuşmayı bastırıyor : “Diren ha Diyarbekir diren!”
Duyabilmem için sesini yükselten Mızraklı, “Öyle bir süreç yaşıyoruz ki, bu sürenin uzaması toplumun üzerine karabasan gibi çöken durumun giderek derinleşmesi anlamına geliyor” diyor. “Her geçen gün aydınlık ve iyilik açısından kaybedilmiş bir gündür” diyen Mızraklı, bu noktada hukukun hızlı bir şekilde tutum alması, siyasetin de sorumluluk ve pozisyon alması gerektiğini hatırlatıyor. Nöbetin ne zamana kadar devam edeceği sorusunu da şöyle yanıtlıyor:
“Şüphesiz ki olayın muhatabı veya saldırının merkezi durumundaki HDP olmaktan çok HDP dışındaki siyasi aktörlerin yani demokrasi ve hukuk değerlerine inanan seçmen iradesi konusunda ödün vermeksizin politika izleyen diğer muhalif güçlerin sorumluluklarını güçlendirmeleri, kararlılıklarını göstermeleri gerekiyor. O nedenle şimdi burada günün nereye vardığı değil, aslında Türkiye’nin nereye vardığına bakmamız gerekiyor. Türkiye halkları açısından bundan sonrasına dönük olarak bu mevcut zorba rejimin, hukuku ve demokrasiyi tamamen rafa kaldıran ve giderek merkezileşen bu düzenin geriletilmesi gerekiyor. Bu geriletme demokratik değerlerin, kurumlaşmanın imkan verdiği bütün yöntem ve araçlarla sürdürülmek durumundadır. Bunların bu amansız baskı ve saldırı politikaları karşısında inadına meşru demokratik çizgide kendisini sabitlemiş olan, buradan itirazını yükselten, itaatsizlik çizgisine ulaşacak olan bu anlayış onları adeta çıldırtıyor. Beklediklerinin ötesinde sağduyulu, mutedil ama aynı zamanda kararlı ve inançlı, iradesini ve onurunu sahiplenen güçlü bir karşılık var. Bu bugüne kadar alışık oldukları bir tutum değildi. Sorunu sadece Van’a, Mardin’e, Diyarbakır’a hapseden bir tarzın büyüme kapasitesi sınırlıdır. Dolayısıyla Türkiye’nin büyük kentler başta olmak üzere diğer merkezlerden beslenmesi gerekiyor.”
‘YENİ DÖNEME KAPI ARALANMALIDIR’
Bu farkındalığın yaratılması için ne yapılması gerektiğine ise şöyle karşılık veriyor Mızraklı:
“Toplumun şunun farkında olması gerekiyor. Bugün bu süreçte kaybedilecek her türden durum, yarın hayatlarımızın başka fasıllarına etki eder. Başka ve yeni kayıpları getirecektir. Bunun bilinciyle hareket etmek gerekir. Bu vaziyet, Türkiye’nin içte ve dışarıda yaşamış olduğu sorunlara bir an önce nitelikli vuruşlar, çözümler geliştirmesini zorunlu kılıyor. Bu sorunların temel kilitleri var, o kapıları açmak zorunda. Yeni bir döneme kapının aralanması gerek. Bu yeni dönem bütün meselelere dönük çözüm dönemi olmalıdır. Türkiye’nin başta Kürt sorunu olmak üzere hem iç barışa hem bölge barışına katkı sağlayabileceği yeni ve önemli bir pozisyon alması gerekiyor. Aydınlığın o kapının ardında gizli olduğu hepimizin bildiği bir gerçek.”
‘MUHALİF ÇEVRE SORUMLULUĞUNU YERİNE GETİRMELİ’
Özellikle batı metropollerinde 31 Mart sürecinde HDP siyasetinin almış olduğu tutumu hatırlatarak, verilen desteği yeterli bulup bulmadıkları
sorusunu ise Mızraklı şu şekilde yanıtlıyor:
“HDP’nin aldığı tutum herkes açısından öğreticidir. Özellikle rejimin yenilmezliği hikayesi 31 Mart’la beraber yenildiği, geriletildiği ve aynı zamanda içinde bir çürümenin başladığının aşikar olduğu bir sürece dönüştü. Biz kimseye borca destek vermedik. Biz Türkiye’nin hakikatinin böyle bir birlikteliği, muhalefetin bir araya gelmesinin zorunluluğunu esas kıldığını görerek, böyle bir desteği ve katkıyı sunduk. Dolayısıyla dönem bir borcun geri ödenmesi değil, dönem demokrasi değerleri ve hukuk karşısında herkesin kendi hakikati, varlığı ve sorumluluğu çerçevesinde bu sürece duyarlı olması dönemidir. Burası adeta bir turnusol sürecidir. Türkiye’nin muhalif demokratik çevreleri, herkesin bu tartının üzerinde ayarının ortaya çıkacağı dönemde rollerini ve sorumluluklarını yerine getirmek zorunda.”
‘HDP ÖNÜNDEKİ EYLEM TRAJİKOMİKTİ’
Mızraklı, eşzamanlı olarak HDP önünde eylem yapan ailelere ilişkin görüşlerini ise şöyle ifade ediyor:
“HDP önünde böyle bir eylemin gerçekleşmesinin trajikomik olduğunun altını çizmek istiyorum. Evlatları PKK’nin elinde esir olan ailelerin umudu HDP’de görmeleri ve evlatlarının geri getirilmesi için talepte bulunmaları eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü nasıl ki askeri okullarda evlatları olan aileler burada öğrenci durumundaki evlatlarına dönük olarak “Biz çocuklarımızı size teslim ettik ama sizler onları müebbetle yargılıyorsunuz” diye sitem ediyorlar ve arayışta bulunuyorlarsa aynı şekilde devletin sorumluluğunda olan kişilerin de devlet tarafından aranması gerekir. Yani sorunun çözümünü devlette aramaları gerekiyor. Fakat onların yaşamış oldukları bu dram araçsallaştırılıyor. Ve o tamamen saf ve temiz duygularla arayışta bulunan annelere dönerek; HDP’nin ayrıştırılması, şeytanlaştırılması sürecinde adeta araçsallaştırılmaya çalışıyorlar. Bu sorunu perdelemeye dönük bir tutum. Diğer yandan eğer evlatları dağda olan aileler varsa bunlar için de bir paradoks yaşanıyor. Çünkü her gün operasyonlar yapılıyor, saldırılar oluyor, yani o arayışta olan ailelere ‘Sizin çocuklarınıza operasyon yapıyoruz, yarın cenazeleri gelebilir ama bunda bizim bir sorumluluğumuz yok’ gibi bir durum ortaya çıkıyor.
‘ANALARA SES OLMAK İÇİN BARIŞA GİDEN YOLUN TESİSİ GEREK’
“Bu durumda ne yapılmalı?” sorusunu Mızraklı şöyle cevaplıyor:
“O zaman oturup düşünmemiz gerekiyor. Biz ne yapabiliriz? Çatışmalı sürecin bitirilmesi için ne yapabiliriz ve onun arkasında bir çözüm ve barış süreci nasıl tesis edilebilir?. Burada meseleyi o insanların vicdanlarını ve duygularını örseleyecek şekilde kullanmak yerine sağduyu ve aklıselimle herkesin yapacağı bir şey var. Söyleyecek sözleri varsa bugün söylemeliler, yarına ertelemeliler. Devletin bir savaş konseptiyle, bir bütün olarak imha siyasetiyle Kürt sorununu gölgelemeye, hiçleştirmeye dönük politika ürettiği çok açık. Bu öyle bir şey ki “Kürtler olmaksızın Kürdün adına da ben karar veririm” denen oldukça patolojik bir durum var. Kürdün kendine dair söz söylemediği bir ortamda birilerinin çıkıp da onun üzerine de karar tesis etmeleri dünyada eşine az rastlanan bir durum. O analara eğer ses olmak istiyorsan cumartesi analarına barış analarına ses olmak istiyorsan bunun yegane buluştuğu yer olan barışa giden yolun tesis edilmesi için ne yapabileceği ve ne yapmamız gerektiğidir.”
‘GANDHİ TARZI EYLEMLERE İHTİYAÇ VAR’
Daha sonra kayıt cihazını HDP İl Başkanı Hülya Alökmen’e uzatıyorum. Alökmen, kayyum atamalarının devam ettiğini ve dolayısıyla itirazlarının da sürdüğünü söylüyor. Kayyum mevzusunun tekrar değerlendirileceği bir tarihin olduğunu anımsatan Alökmen, oradan çıkacak sonucun belirleyici olacağının altını çiziyor. Eylemlerin batıda da gündemleşmesi gerektiğini söyleyen Alökmen, “Biz Kürtler olarak uzun süreli eylemlere çok alışkın değiliz. Hep bir yürüyüş, miting olur, sonrasında dağılırız. Zamanın ruhunun biraz uzun süreli ve sabır gerektiren eylemlere ihtiyacı var. Kitlenin içinde bu tartışmaları da yapıyoruz. Gandhi tarzı diyoruz ama 15 günde mızmızlanmaya başlıyoruz. Aylara, yıllara yayılan cumartesi anneleri buna örnek. Biraz bunu deneyimlemek, karşılığı nedir, bunu nasıl örgütleyebiliyoruz, bu anlamda da önemli bir deneyim yaşıyoruz” diyor.
‘SELFİE ÇEKEREK SORUN ÇÖZÜLMEZ’
HDP önündeki eyleme ilişkin ne gibi sorunlar yaşadıklarını ise şöyle yanıtlıyor Alökmen, “Biz ilk günden beri annelerin acılarını anladığımızı söylüyoruz. Görüşmeler de yaptık fakat üç dört gün sonra polis marifetiyle iletişim kuramamaya başladık. ‘Bu kayyum eylemlerini boşa çıkartmaktır’ diyerek, kestirip atmak kolaya kaçmaktır. Bunu yapmadan orayı da yönetmeye çalıştık.”
Alökmen, çözüm HDP’de aranıyorsa orayı ziyaret edenlerden gelip sizinle görüşen oldu mu sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Sadece Hak İnisiyatifi bizimle görüştü. Onun dışında görüşme talebinde bulunan STK’lar oldu ama sonradan iptal ettiler. Sonuçta konuşmamız gerekiyor. Demokratik tepkilerini dile getirebilirler ama havalar giderek soğuyor, ne gibi tedbirler alacaklar, bizim yapabileceğimiz şeylere ilişkin konuşmamız gerekiyor. Özellikle oraya gelip olayı showa dönüştürmek işin mahiyetini ortaya çıkarıyor. 50 tane STK gelip bayrak açarak, selfie çekiyorlar ama bizden çözüm istendiği için içeri girip ‘Bu anneler için bir şey yapmayı düşünüyor musunuz, bir planınız var mı ya da durum nedir?’ diye soran olmuyor. Bu bile iktidarın kendisi için tertiplediğinin göstergesi.”
Parti çalışmalarını nasıl sürdürdüklerine ilişkin ise şunları söylüyor Alökmen:
“Biz devam ediyoruz, işlerimizi durdurmadık. Partiye gelenler sözlü tacize maruz kalıyor. Daha bu sabah bir çalışanımız terlik yedi. Biz orada asıl bu işin içinde olmayan bu işi karıştıranları da biliyoruz. Serinkanlı bir biçimde metanetimizi koruyoruz, anneleri de anlıyoruz. Çözümün bizde olmadığını onlar da biliyor. Diğer durum da çocukları kaçırılan annelerle ilgili. İHD röportajda belirtti. Onlarla ilgili yürütülen bir çalışma var ve top merkezi hükümette. Onay verse bu işin yolu yöntemi var. Daha önce yapılmış deneyimler var. Bununla ilgili İHD 4 yıldır mesai yürütüyor. Birbirlerini artık tanıyorlar, kaç kez iletişime geçtiler ama hep bir engelle karşılaştılar. Çok istememize rağmen bir ilerleme kaydedemiyoruz.”
‘BU KİTLE KARARLILIĞIN GÖSTERGESİDİR’
Ardından HDP Diyarbakır Milletvekili Saliha Aydeniz’le konuşuyoruz. Aydeniz, ilk üç gün demokratik tepkilerini ortaya koymalarının karşılığı olarak öldüresiye darp edildikleri eylemin 37’nci gününde olduklarını anımsatıyor.
“Sayı çok fazla olmasa da kararlı bir kitle vardı ve o günden beri azalmadı. Zaman zaman dışarıdan katılımlar arttı. Bu kararlılığı gösterir. Son 4 yıldır özellikle Kürt illerinde faşist iktidar baskı yöntemlerinde denemediği hiçbir şey kalmadı. Komplo yöntemleriyle kayyum atanması aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyıllık politikalarının devamıdır. Eylem ilk günkü gibi kararlılıkla devam ediyor. Kürde savaşmaktan başka bir çare bırakmamaya çalışıyorlar ama biz demokratik mücadelede ısrarcıyız. HDP de ısrarcı ve devam edecek. Sadece burayla sınırlı değil, süreci halkımızla sürekli paylaşıp anlatıyoruz. Akşamları halk toplantıları, köy ziyaretlerimiz devam ediyor. Bunun yanında tüm baskı ve gözaltılara rağmen örgütleme seferberliğimiz de devam ediyor” diyor.
Eylem yerinden çıkıp Suriçine doğru yürüyorum. Sesler arkamdan geliyor: Dur ve dinle bu şarkım sana! Dağlarının aşkına güven! Bir an duraksayıp sonra yazıyı yetiştirmem gerektiği için yine yürümeye devam ediyorum. Dağkapı’da hayat kaldığı yerden devam ediyor. Küçük karton bardaklara doldurulmuş ikramlık dibek kahvesi uzatıyor kuruyemiş dükkanının önündeki esnaf, yanında da badem şekeri. Ağzımın tadı yok ama tatlansın da istemiyorum. İşletmeye açılan eski bir Diyarbakır evinin avlusunda haberi yazmaya çalışıyorum. Tam bitirmek üzereyken telefonum çalıyor. “Belediyeden arıyorum” diyor karşıdaki ses. “OHAL komisyonuna yaptığınız başvurunun ret kararını gelip alın” diyor. 3 yıl sonra nihayet karar çıkmış. Mesai saati bitmeden yakın mesafedeki belediyeye gidiyorum. İnsan kaynaklarındaki memur bir şeyler imzalatıyor. Okumadan imzalıyorum. Sonra 4 sayfalık ‘gerekçeli’ kararı uzatıyor elime.
Okumaya çalışıyor, uçuşan kelimeleri yakalayamıyorum. PKK-KCK, iltisak, irtibat, illegal, istikbal, iltimas, istibdat, istimlak, ihtiras, intizar, istikrar, istavrit, intibak, itimat, ittifak, itiraf, ithalat, iskambil, itibar, intihar, itilaf, inziva, izdivaç, izbandut, istihdam, ihracat, ıskarta, ilmihal, irrasyonel, illüstrasyon, illüzyon, intihal… gibi alakasız, tuhaf kelimelerden oluşan hayatımın elimden alındığı kağıt parçasıyla dışarı çıkarak, bir devri kapatıyorum. Lise Caddesi tekrar trafiğe açılmış, kırmızı ışıkta duran arabalar yayalara yol veriyor. Ellerinde poşetlerle alışveriş yapan kadınlar Çarmar’dan çıkıyor. İstediği oyuncağı alamadığı için ağlayan çocuğu annesi döverek susturmaya çalışıyor. Cep telefonuyla konuşan genç adam karşıdakine öfkeyle, “Boş boş konuşma, ayağını denk al!” diyor. Servis araçları personeli evlerine götürmek üzere belediyeye yanaşıyor.
Hayat nöbeti bir sonraki güne devredilirken, Diyarbakır’da hayat kaldığı yerden devam ediyor…