Elektriği olmayan köyde iki büyük çadır ve iki karavandan oluşan kampımızı kurduk kısa zamanda karakolun hemen yanındaki kuru bir dere yatağında. Başka bir düzlük daha vardı köyde ama oraya izin çıkmıştı. Çamaşırlarımızı köyün ortasından geçen Robozik deresinde yıkıyor, banyomuzu da çok soğuk suyunda yapıyorduk bütün köylüler gibi. Evlerde banyo ve tuvalet yoktu. Gündüz çok yakına kurduğumuzu düşündüğümüz portatif tuvaletin ne kadar uzak olduğunu gece olunca anladık. Gece karanlığında tuvalete giderken karakol etrafında nöbet tutan askerlerin, dur eller havada yaklaş, parola sorularından sonra daha yakına aldık tuvaleti. Olur ya parolayı unutursak, ya da sık sık değişen askerlerden tanımayan heyecanlı biri denk gelirse gece yarısı.
Doğu ve Güneydoğu’da çok yer görmüştüm. Daha yoksul köyleri de. Ama böyle yoksul bir köyde ilk defa uzun süre kalacaktım. Küçük bir köydü. Ortalıkta fazla insan gözükmüyordu ilk günlerde. Köyden geçici işçi arayınca tanıdık onları birkaç gün sonra. Eruh ve Şemdinli baskınları biz oradayken oldu. Koruculuk sistemi henüz başlamamıştı. Askerlik dışında ilk devlet deneyimleri sanırım bizimle olacaktı. Türkçeyi sadece erkekler konuşabiliyordu. Askerlikte öğrenmişlerdi. Köyün kadınları sabahları iki saate yakın yol yürüyorlardı sınıra doğru. Köyün keçileri oradaydı. Irak sınırına yakın bir düzlükte. Sütlerini sağıp dönüyorlardı.
Günler zor geçiyordu. Gündüz çok sıcak, geceler ise çok soğuktu yaz olmasına rağmen. Sebze bulmak imkânsızdı köyde. Domatesi ilk defa bizimle gördü köyün çocukları. Gazeteleri iki gün sonra okuyorduk Uludere'den alarak. Sağlık ocağı yoktu. Serum vb ilaçlarımızı Robozik Deresinin soğuk suyunda saklıyorduk. Tek araç bizimkiydi Köyde. Acil durumlarda onunla gönderiyorduk çocukları Uludere'ye tedavi için. Yaz tatili olduğu için okul kapalıydı.
Ne yapabiliriz bu çocuklar için derken, eski bir sinema makinesi bulduk Diyarbakır Bölge Müdürlüğü'nün deposunda. Jeneratörümüz de vardı nasılsa. Çarşaftan bir sinema perdesi yaptık iki direk dikerek kampın yanında eski dere yatağındaki düzlüğe. Bütün Köye haber verin demeye kalmadan çocuklar kampa dolmuştu bile. İlk sinema filmlerini izleyeceklerdi o akşam Roboskili çocuklar. Karasal iklim, akşamları hava soğuk, onların ayakları çıplaktı ama üşüdüklerini görmedim. Belki de sinema heyecanındandı. Herkes yerini almıştı. En önde çocuklar, arkada babaları (askere giden birkaçı sinema izlemişti sadece onların da) daha arkada karakol askerleri silahları ellerinde ve her ağacın arkasında bir kadın uzakta, utangaç, gözükmekten korkan. Bir aksilik çıkmadı neyse. Elimizdeki tek filmi 15 gün izledi çocuklar. Bıkmadan her gece gelip tekrar istediler. Ezberlemişlerdi komedi filmini artık. Daha gülme sahneleri gelmeden gülüyorlardı.
Diyarbakır'a gittiğimizde yeni film arıyorduk eski makinemize uygun. Bütün yaz boyunca sürdü bu sinema günleri. Onlar öldürülen 35 Roboskili çocuğun anne ve babalarıydı. Ölenlerin bazıları olabilir aralarında yaşı uygun olan bilemiyorum. Sadece pijamaları vardı üzerlerinde o soğuk gecelerde. Giysileri olmayan yoksul çocuklardı. Okulları açılınca okula da öyle gidiyorlardı. Defterlerini ilk defa kapladılar verdiğimiz gazetelerle. Türkçe öğrenmeye başlıyorlardı 7 yaşında okula başlayınca. Onların babaları da kaçağa gidiyordu. Mazot işi yoktu o zamanlar. Çay, şeker gibi gıda maddeleri alıyorlardı ihtiyaçları için. Hem çok daha yakın, hem de çok daha ucuza sınırın öbür yanından.
Sınır yoktu aslında bildiğimiz, dağın öbür yanıydı. Biz de geçmiştik yanlışlıkla bir keresinde oradan kömür mostrasını takip ederken. Neden uyarmadın bizi demiştim köylü kılavuzum Memed'e. Askerlik dışında köyünden hiç çıkmamış, Hakkâri’yi dahi görmemişti. Hakkâri’ye bağlıydı o zaman Uludere. Jeolojiye çok meraklıydı. Farkındaydım sınırı geçtiğimizin ama ben de merak ettim dedi kömür nereye kadar gidiyor diye. Bir daha geçmedik oradan.
Bütün askerler çekirdek çitliyordu bazı akşamlar Roboski'li çocuklarla birlikte film izlerken. Anlıyorduk o gün kaçakta çekirdek yakalandığını. O çocuklara getirilen kaçak çekirdeklerdi. Her cuma namazından sonra camiden toplayıp dövüyordu onları ilahiyat fakültesi mezunu Asteğmen. Nedenini sorduğumda, “Emir böyle kaçağa gitmesinler” diye yüzbaşının emri demişti. Öğretmenini ziyarete gittiğimiz yakındaki Taşdelen Köyünde, okul bahçesine camiden hocayı getirip tek sıra halinde dizdiği köylülere kurana el bastırıyordu asteğmen. Basmıyordu elini bastonuyla zorla yürüyen bir ihtiyar yediği dipçiklere rağmen. Neden basmıyor demiştim Öğretmen'e. Oğlu kaçak her gece eve gelir, basarsa oğlunu teslim eder demişti. Bastırdılar sonunda.
Şimdi bilgisayar varmış köyde. Okul formaları vardı üzerlerinde internete koydukları videolarda. Belli ki artık çıplak ayakla gitmiyorlardı okula; ama 50 TL için ölümü göze almak zorundaydılar hala. 23 Nisan töreninde folklor oynuyorlardı kızlı erkekli. Hangileri öldürüldü aralarından bilmiyorum. Ama abisiz kaldı bütün çocuklar orada. Çocuksuz kaldık hepimiz.
* Şanver İsmailoğlu, TMMOB eski yüksek onur kurulu üyesi