Meslek büyüğümüz, en sağlam muhabir Hasan Cemal, Delila’nın hikâyesini günlüklerinden yola çıkarak kitap haline getirdi, adını da Delila: Bir Genç Kadın Gerillanın Dağ Günlükleri koydu. 1982 doğumlu Silvanlı Şenay Güçer ya da kendi günlüklerinde yazdığı gibi “mutlu ayın güçlü savaşçısı”nın dağdaki Delila hayatını anlatıyor. Her şeyiyle. Mesela “nergis çiçeklerini unutmamak lazım, o kadar güzel bir çiçek türü ki, kokusu yaşam veriyor ruha” yazıyor ya da “Anormallik benim karakterimdir, Piling arkadaşın dediği gibi anormal olmasaydım sevilmezdim zaten”. Daha da fazlası var elbette: “Saçlarımın rüzgârda dans etmesi bana müthiş bir coşku veriyor”, “Niye benim bir teybim yok”, “İçimin tüm kahkahalarıyla buse gönderiyorum sana ve insanlara. Yaşam güzeldir”, “Yoldaşlarımın yanında ağlayamıyorum. Bu bir ilke... Hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra, burnumu sile sile ağlamak isterim. Bu toprakta bedenimin çiçeği açacak.”
Kürt meselesiyle bu kadar yakın olduğunuza göre bir sürü gerilla hikâyesi dinlemişsinizdir, neden Delila’nınkini yazmak istediniz?
Ben ilk defa Delila’nın sesini duydum, Şev Tari şarkısını söylüyordu. 2013 Mayıs’ında. Çok etkileyici bir sesti. Dağa çıkıyorduk, karla kaplı her yer, sisli tepelerdeyiz, beni götüren cipte çalıyordu. Sordum kim diye. Dediler ki, “Bu bizim Sezenimiz, Delila.” Ve o sesin peşine gittim. Delila’nın şarkılarını dinlemeye başladım internetten. Kafamda çekilme sürecinde aldığım notları genişletip bir kitap yapma fikri vardı, Delila’nın hikâyesini de giriş yapayım dedim.
Giriş derken kitap oldu yani.
Delila’nın ailesinin adresini buldum. Geçen ağustosta, bayramda, kalkıp Silvan’a gittim. Oturduk konuştuk, arada Delila’nın günlüklerinin lafı geçti. Hatta evde bulunamadı ve olmadık biçimde teyzesinin evinden çıktı günlükler. Delila, dağa üç kişiyle birlikte çıkıyor, yani toplamda dört kişiler. Biri erkek, üçü kız. O gruptan bir genç kadın kalıyor hayatta, kod adı Zerya Meya. Onu da buldum konuştum. Sonra bunları bir kitap yapayım dedim. Sebebi şu: Çok trajik bir hayat, on yedi yaşında bir kız, hayata bağlı, yaşama sevinciyle dolu ama dağa gidiyor ve onun hayatını anlatırken de aslında Kürt sorununun ne olduğu net olarak anlaşılıyor. O yüzden ne önsöz ne arka söz yazdım ne de büyük yorumlar yaptım. Sadece bir genç kadın gerillayı anlattım.
Delila’nın hayatına ve ailesine bakınca aslında Kürt ailelerinin ortak hikâyesi aşağı yukarı böyle değil mi?
Evet, tarihe baktığında da öyle… Her ailede kan, gözyaşı ve acı var. O yüzden de oturup konuştuğun vakit, acılarını paylaştığın için sana açıyorlar içlerini ve sahici konuşuyorlar. Gülsüma anaya baktığın zaman, çok sevdiği kızı, liseyi bitirmiş, istiyor ki okusun, üniversiteye gitsin. Annesi diyor ki kızına, önce oku da sonra dağa git. Aslında gitsin istemiyor, bana dedi ki, “Hiçbir anne çocuğunun dağa gitmesini istemez ama bunu söyleyemez”. Sonra diyor ki, “Sesin güzel Avrupa’ya gitsen”. Bakıyor kızı davasına çok inanmış, “Merak etme sen dağda ölsen de ben çok dik duracağım” diyor. Delila’nınki çok sahici insan hikâyesi, trajik bir ölüm, on yedi yaşında dağa çık, yirmi dört yaşında öl. Ama günlüklere bakınca neden çıktığını çok açık bir dille anlatıyor.
Delila’nın çocukluğuna bakınca, amcalar, kuzenler, faili meçhuller, Delila’nın başka şansı yokmuş gibi zaten.
Ne yoksulluktan, ne cahillikten çıkıyorlar dağa. Baktığın vakit Delila da öyle. Kendi kimliklerinin ve dillerinin inkâr edilmesi ve kendi çevrelerinde yaşadıkları acılar onları isyan ettiriyor ve dağa çıkmalarına yol açıyor. Kürt meselesini biraz kazdığın vakit, hep aynı nokta ortaya çıkıyor: Dil ve kimlik inkârı. Okullarda sen Kürt değil, Türksün eğitimi veriliyor ve buna da isyan ediyor insanlar. Bu isyan, birçok gence dağın yolunu açıyor. Neden hâkim, polis ya da vali çocuğu değil de biz çekiyoruz acıları ve sıkıntıları… Bunlar isyan ettiriyor ve gidiyorlar.
Peki, şimdi çözüm süreci devam ederken de gençler dağa gidiyor, bunun sebebi sizce nedir?
Ben Kandil’e gittiğim zaman, Cemil Bayık, Fehman Hüseyin ya da Bahoz Erdal’la konuştuğumda, bizim dağa eleman bulmakta hiçbir sıkıntımız yok diyorlardı. Mesele şu: İnsanlar, isyan etmeye devam ediyor. Bugün her şey yoluna girmiş değil ki Türkiye’de. Dağdan iniş yolu açılmış değil kesinlikle. Ayrıca dağa gidenler gelecek de görmüyorlar bu ülkede. İşsizlik, ileride ne yapacağım gibi düşünceler de var.
Kitapta aslında Delila’nın dağa çıkmadan önce başörtülü olduğunu, Kuran okuduğunu da öğreniyoruz. Günlüklerinde Hz. Ali’den alıntılar da var.
Muhafazakâr bir aile çevresinden geliyor, dindar. Birlikte daha çıktıkları iki kızdan biri daha başörtülü. Şu da var: PKK’da kadın erkek eşitliği çok önemli, tabiatıyla din ve inanç konusu arka planda kalıyor. Ama bir baskı var mı orada, sanmıyorum. Özellikle bu son yıllarda din konusuna daha açık, liberal çabaları da var.
Siz Delila’nın üç defterini mi bulabildiniz, toplamda kaç defteri varmış?
Üç defter ama ikisi çok boş. Aslında dört-beş tane daha varmış, aile bir Delila arşivi yapmaya çalışmış, o öldükten sonra. Terörle Mücadele baskında onların hepsini almış ve geri vermemiş. Bilgisayarın hard diskini bile almışlar.
Defterleri kim vermiş?
Delila, Kuzey’de vurulduktan sonra bir kısım defterleri köylüler buluyor ve aileye teslim ediyorlar. Onlar polis baskınında alınıyor işte. Birtakım defterleri dağda olacak ki, o üç defter sonradan gönderiliyor aileye.
Defterlerde sürekli müzikle ilgili şeyler var, günlük hayata dair olanların yanında.
Bazen konserler verdiğini anlıyoruz defterlerinden. Çocukluğundan beri en çok Sezen Aksu’yu dinliyormuş ve seviyormuş. Evde, mutfakta filan hep annesine söylüyormuş zaten. 8 Mart’ta konser veriyor, onu yazıyor mesela. Onun sesini keşfeden de Halil Dağ.
Avrupa’ya gitsin, kültür işlerine girsin isteniyor ama Delila asla kabul etmiyor, neden?
Ben orada çok samimi gördüm. Davamız uğruna savaşmaya geldim, Avrupa’ya gitmem diyor. Ve ısrar ederseniz, elindeki el bombasını göstererek, pimi çekerim hem kendimi hem de sizi havaya uçurum diyor. Biraz deli dolu bir kız zaten. Kendini çok iyi ve düzgün ifade ediyor, derinliği olan bir genç kız.
Kitapta görüyoruz ki Sezen Aksu, Tarkan, Candan Erçetin, Yaşar Kurt’tan şarkılar söylüyor, dinliyor ve bazı şarkıların sözlerini yazıyor. Günlüklerini de Türkçe tutuyor. Yani sanıldığı gibi Türk nefreti falan yok.
Ailede de görmedim, günlüklerde de yok. Öldürmek diye bir şey ya da Türk askerine dair bir satır bile geçmiyor. Benim düşmanım bile demiyor, sadece ben kendi kimliğimi istiyorum diyor. Fakat tabii Delila, 99’da çıkıyor ve beş yıl yani Haziran 2004’e kadar zaten ateşkes var. O önemli bir neden olabilir. Sonra da 2007’ye kadar eğitim görüyor. Savaşmak üzere Kuzey’e geçince de pusuya düşürülüp öldürülüyor. Ayrıca Ben Apo’yla 93’te Bekaa’da konuşurken o da söylemişti, biz her şeyi Türkçe yazışıyoruz diye. Türkiye Kürtleri, Kürtçeyi çok iyi bilmiyorlar. Bir Irak Kürdü Kürtçeyi çok iyi bilir, çünkü hem okulda hem de evinde öğrenmiştir. Suriyeli de öyle. Ama dağa çıkan Kürtlerde ve genel olarak Kürtlerde bir asker antipatisi, düşmanlığa kadar varan bir duygu birikimi var elbette. Fakat Delila’nın günlüklerinde öyle bir şeyi satır aralarında bile görmüyorsun.
Onun yerine kadınlık halleri mesela çok daha fazla. Erkeklere kızıyor, “Adam olun be” diyor, “Erkeklerin kadınlardan beter dedikoduculuğu” diyor. “Biz kadın gerillayız” diyor.
Kadınların PKK saflarında dağa çıkması, Kürt kadınları açısından bir dönüm noktası. Kürt kadınları evde erkek-koca baskısına karşı bunu göstererek karşı koyuyor. Diyorlar ki, “Sen ne diyorsun, kadınlar da dağda, savaşıyor, askere, devlete kafa tutuyor ve kadınlar da var”. Bu Kürt kadınını farklı bir yere getiriyor. Ben mayısta çekilme sürecinde erkek gerillalarla sohbet ederken şakayla karışık, özellikle kadınların ne kadar dişli olduğunu dile getirdim, “Aman aman” diyorlardı. Delila’nın günlüklerin de o var, erkeklerle olan eşitliğini özellikle vurguluyor.
Kadınlık meselesi bir tek eşitlik değil ama, saçını örme biçimi, dans etme isteği vs. de var.
İnişli çıkışlı ruh hali var ve yaşama sevinci çok. Kadınlığını da unutmuyor, saçına başına, kaşına kirpiğine dikkat ediyor. Günlüğünün adı Gerilla, onunla dans ediyor mesela hayalinde. Gerillam diyerek günlüğüne içini açıyor ama aynı zamanda günlüğüyle flört ediyor.
Direkt olarak Sezen Aksu’ya yazdığı bir bölüm var. “Benimle tanışman gerekir, seni çok sevmem cesurluğundan” diye. Okuttunuz mu Sezen Aksu’ya?
Kitap çıkmadan önce ona o bölümleri okudum. Çok etkilendi ve çok duygulandı. Aynı zamanda Delila’nın şarkılarını dinledik beraber. Sezen Aksu metinde bir iki yer düzeltti hatta.
İnternetin dilini kesmeleri mümkün değil
Medyada katran kazanları kaynarken, yayın müdürü olsaydınız ne yapardınız?
O defteri çoktan kapadım. Zaten şu dönemde hiçbir medya patronu beni genel yayın yönetmeni yapmaz! Gazeteciler olarak, kendi mesleğimize sahip çıkmalıyız, patronların siyasilerin baskılarına rağmen. Biz mesleğimize ne kadar sahip çıkabilme iradesini sergileyebilirsek, patronları da o kadar etkileyebiliriz ve siyasi iktidarlara karşı da bu dönemde perişanları oynayan medyanın ayağa kalkmasını, kişiliğini kazanmasına yardımcı oluruz. Şu anda hakikaten medyanın beli bükülmüş durumda. Fakat hiç kuşkusuz, her gazetede, her televizyonda, her yayın kuruluşunda düzgün ve dürüst tavır koyan, iyi gazeteciler de var. O gazetecilere sahip çıkan tek tük de olsa patronlar da var.
Bugünler de geçer mi yani?
Tabii ki geçecek. Türkiye’yi bu saatten sonra tümüyle bir otoriter bir rejim pençesine alacak ve tek adam rejimini getirecek hareketin başarı şansı yok. Sonu hüsranla biter. Sen her şeyi avucuna alıp yoğuramazsın. Ama gazeteci milletinin kendi ve meslek özgürlüğü için kavga vermesi lazım.
Muhabirlik merakınız hiç bitmiyor, çok hayranız bu duruma. Hatta gerillayla çekilmeye katılmanızı acayip kıskanmıştım, bir sürü muhabir gazeteci gibi!
Gazeteciliğin özü muhabirliktir. Gazetecilik deyince bence önce habercilik yani muhabirlik gelir. Ben bunu hep çok sevdim. Genel yayın yönetmenliği sırasında doğru düzgün yapamadım ama oradan ayrılır ayrılmaz 90’ların başlarında, habercilik yaparak yazmak istedim. Bir de birtakım meseleleri öğrenmek istedim, en başta Kürt meselesini. Ya da Moskova’da darbe oluyorsa oraya gidip ne olduğunu öğrenmek istedim. Savaş sırasında Bosna Hersek’e, Kosova’ya ya da Irak’a gittim. Bu hem mesleğimi yaşattı hem de gazetecilik yaparak hayata tutundum. Ve ne zaman sıkıntı bassa, basıp bir yerlere giderdim. Şu anda röportaj ve habercilik açısından çok zor günler yaşıyoruz. Elbette bunları da atlatacağız. Gazete sahiplerinin Ankara’daki siyasilerle olan sıkı fıkı ilişkileri, özellikle bu dönemdeki ihale ilişkilerine baktığınız vakit, gazeteciliği arka plana iten, patronların çıkarlarını öne alan bir ilişkiler ağı kurulmuş durumda. E, işte o yüzden de Başbakan Habertürk’e yurtdışından telefon ediyor, atın o haberi deyip, bir muhalefet liderinin haberini üstelik altyazı olmasına rağmen çıkartabiliyor. Eğer o patronun Ankara’da siyasi iktidarla bir ilişkisi olmasa, Başbakan öyle bir talimat verebilir mi? Talimat vermekle de yetinmiyor, arkasından kalkıyor, interneti de boğuyor.
Evet, siz de internette yazıyorsunuz, bu arada baskıyı özlüyor musunuz?
İnternet gazeteciliğine tam adapte olamadım ama alıştım artık. İlk başta “yahu kayboluyor muyum, yok mu oluyorum” hissi geldi tabii. Çünkü her sabah basılı görürdüm kendimi. Fakat tam tersine, internetle beni takip eden insanların sayısı çok arttı ve yeni genç bir kitleyi de okur olarak kazandığımı düşünüyorum. Bunlar hoş. İnternetteki yasak elbette bana da gelebilir tabii. Milliyet’te öyle oldu, iki-üç sene eleştirdik, bir süre sonra kaybettik işimizi. İnternette de nokta atışı başlayabilir. Ciddi bir sansür gelebilir. Her şeye hazırlıklı olmalıyız. Ama bu çağda internetin dilini kesmeleri pek mümkün değil. Hâlâ umut var yani.
DELİLA: BİR
Hasan Cemal
Everest Yayınları
2014, 270 sayfa, 25 TL.