Hakan AKSAY / T24
"Ölmüştür, geçmiştir."
Öyle mi, Sayın Başbakan?
Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz?
Ölenler geçip giderler mi hemen?
Onları toprağa verir vermez isimlerinin üzerine kalın bir çizgi mi çekersiniz siz?Sizin bunca dindarlığınıza rağmen bir solukta telaffuz ettiğiniz bu iki kelimelik metal soğukluğundaki cümleyi, ben tüm dinsizliğimle bir kere olsun ağzıma alamadım bugüne kadar.
Bu kadar mı tutkunsunuz bu dünyanın tılsımına; servetine, zevkine, gücüne, ününe?..
Cesetlerle beraber, ölenlere yönelik duyguların da kısa sürede toprağa karışıp çürüdüğünü mü sanıyorsunuz?
Neden bu kadar saygısızsınız ölüme ve ölenlere, Sayın Başbakan?
Yoksa öbür dünyaya kadar yayılan kibirli şiddetinizin namlusunda yalnızca "düşman ölüler" mi var? "Bizim" dediğiniz ölüler, kalbinizin protokolünde ayrı bir yere mi sahip? İnanın, onlar bile ayıplamışlardır sizi, o çocuğun arkasından - ve kim bilir kaçıncı kez - söylediğiniz sözleri duymuşlarsa eğer...
* * *
Bizim memlekette bazen ölüler dirilerden daha fazla sevilir. Vatan millet uğruna, bayrak ve din uğruna, toprak ve prensip uğruna kolayca ölüme yollanır o zamana kadar yaşadığı bile pek fark edilmemiş insanlar.
Öldüklerinde görkemli cenaze törenleri düzenlenir, fiyakalı konuşmalar yapılır, resmî gözyaşları dökülür...
Emirsiz, sırasız, senaryosuz ölümler ise huzur ve sinir bozar. İster maden işçisi olsun, ister kaçakçı Kürt, ister iktidara başkaldıran protestocu, ister tehlikeli bölgelerde dolaşan çoluk çocuk...
Böylelerinin unutulması ve unutturulması da zordur. O da işin cabası...
Berkin Elvan hayatla ölüm arasında geçirdiği 269 gün içinde 16 kiloya kadar düşmüş olan küçücük bir çocuktu.
Çok az yaşadı.
Çok alacağı kaldı hayattan.
Onun için ölse de terk etmiyor bizi.
Yalnız bizi değil, kendisini öldürenleri, lanetleyenleri, annesini yuhalayanları ve "emri bizzat verenler"i...
Fransız yazar Romain Rolland'ın "Bazı ölülerde, yaşayanlara oranla çok daha fazla hayat vardır" cümlesine mükemmel bir örnek Berkin.
Ve bu mükemmelliğiyle ölümüne karışanların uykusunu kaçırıyor, onları korkutuyor.
Koskoca Başbakan küçük bir çocuktan korkar mı hiç? Evet, oçocuk ölüyse korkar...
* * *
İnsanlar gibi ölüler de farklı karakterlere sahiptir. Bu dünyada biriktirdikleri huyların ve özelliklerin bazılarını "öteki tarafta" da bırakmazlar. Hatta bu dünyayı da kolay kolay bırakmazlar, bırakamazlar.
Kimi şefkatle, kimi nefretle geri döner zaman zaman. Bir işaret, bir koku, bir nota ile... Bazen de uyku denilen ikinci hayatın içinde izlediğimiz rüya şeritlerinde çıkarlar karşımıza.
Duyguların ömrü yaşanılan yıllardan çok daha uzun sürer kimi kez. Hele sevgiyse...
Hayalet (Ghost) adlı filmi hatırlıyor musunuz? Birbirine aşık olan Sam ve Molly (Patrick Swayze ve Demi Moore) yolda serserilerin saldırısına uğrar. Sam bıçaklanarak öldürülür. Ruhu bedeni terkettiği andan itibaren ölümden sonraki hayatı keşfetmeye başlar. Ölülerin ruhlarının canlılarla aynı ortamda var olduğu, ama bunun yaşayanlarca fark edilmediği bir hayattır bu. Aşkının ve bir medyumun yardımıyla bu hayatın bazı sırlarını çözmeyi başaran Sam, sevdiği kadını korumanın yollarını bulur.
Ölüm ve ölüler üzerinde kurgulanmış çok insani ve son derece hayata dair bir filmdir bu.
Zaten ölüme ve ölülere yaklaşım, insani olmanın mütevazı ama en etkili ölçütlerinden biridir.
Bu yaklaşımın temelinde yatan, belki de hayatla ölümün birbirinden o kadar keskin çizgilerle koparılmaması gerektiğiinancıdır.
Hayalet'ten 6 yıl sonra, 1996'da yapılan Eşkıya filminin o yürek yakan finali yaklaşırken, ölmek üzere olan Cumali (Uğur Yücel) ile 35 yılını hapiste geçiren, ama aşkından vazgeçmeyen Baran (Şener Şen) arasında şu konuşma geçer:
- Çok korkuyorum, eşkıya. Beni bırakma, çok korkuyorum...
- Korkma! Sadece toprağa gideceksin... Sonra toprak olacaksın... Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin... Oradan özüne ulaşacaksın... Çiçeğin özüne bir arı konacak... Belki o arı ben olacağım…
* * *
Bu açıklamanın daha şiirsel olanını, bundan yüzlerce yıl önceÖmer Hayyam yazmıştı:
Bulut geldi; lalede bir renk bir renk...
Şimdi kızıl şarap içmemiz gerek.
Şu seyrettiğin serin yeşillikler,
Yarın senin toprağında bitecek.
Benimki de iş mi! Size Hayyam'dan ve şaraptan bahsetmek tam bir münasebetsizlik oldu. O zaman sizin kendinizi yakın hissettiğiniz bir şairden şu dizeleri ödünç alalım:
Ufka bakarlar; ölüm uzakta mı uzakta...
Ve tabut bekler, suya inmek için kızakta...
Sultan olmak dilersen, tacı, sorgucu unut!
Zafer araban senin, gıcırtılı bir tabut!
"Ölüm güzel şey" şiirinden aldığımız bu dörtlük Necip Fazıl Kısakürek'e ait. Bugün, sevdiğiniz şairin ölümünün 31. yıldönümü; yarın da doğumunun 110. yıldönümü olacak. Onu anarken "sultanlığın ebedi olmadığını" nasıl anlattığını hatırlamanın da tam sırası bence.
* * *
Yani...
Diyeceğim o ki...
Herkes ölümlü bu dünyada...
Aynı anda cumhurbaşkanlığı, başbakanlık ve parti başkanlığı koltuğuna otursan ve kalan bütün öteki mühim koltuklara da bacaklarını uzatsan da...
Villaların, arsaların, uçakların, gemilerin olsa da...
Emrin altında binlerce, hatta milyonlarca insan koşuşturuyorsa da...
Bir sürü adamı yumruklamış, tekmelemiş, orduları sille tokat yerlere sermiş olsan da...
Oyların yüzde 40'ını, 50'sini, 100'ünü ve hatta 150'sini almış olsan da...
Sonun gıcırtılı bir tabut işte...
Sonra toprağında serin yeşillikler bitecek...
Bu arada sen topraktaki suyla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin...
Ardından - senin vaktiyle ne kadar "tanrısal" olduğundan bihaber - münasebetsiz bir arının vızıltısı eşliğinde dölleneceksin...
Ölülerin ruhlarının canlılarla aynı ortamda var olduğu, ama bunun yaşayanlarca fark edilmediği hayatın suskun bir misafiri olarak sesler çarpacak kulağına:
Ağlamalar, sevgi ve hüzne bulanmış şarkılar, seni unutmayanların anma toplantıları...
Ve kim bilir, insanlıktan payını alırken biraz fukara kalmış biri çıkarsa bir yerlerden, arkandan konuşacak:
"Ölmüştür, geçmiştir", diye...
Sen boş ver ona! Bilmiyor demektir, ölümün de bir parçası olduğunu bu gizemli hayatın...