Sanatçılar Kemal Ulusoy, Selim Toprak, Fadıl Öztürk, Bülent Turan ve Yazar Fehim Işık AKP'nin savaş politikasını ve çözüm sürecini bitirmesini ANF'ye değerlendirdi...
'BU SAVAŞ ERDOĞAN'IN SAVAŞIDIR'
Yazar Fehim Işık: Çözüm sürecini, sadece 2013’ün başında başlamış bir dönem olarak ele almak doğru değil. Kürt hareketi açısından bu süreç en azından 1993’ten bu yana devam eden siyasal çözüm arayışının vardığı noktadır. Devlet geçmişte yürüttüğü tüm diyalogları, Oslo’da görüşmelerin başladığı 2008’e bir bütün olarak Kürt siyasal hareketini, özellikle de PKK’yi yok etmenin, bitirmenin bir nüvesi olarak kullanma eğilimindeydi. 2008’de bunun olmayacağını gördü ve diyalogu bir ileri düzeye. Taşıdı ancak bunu da gizli kapaklı götürmeyi yeğledi. 2013’te olan ise bazı nüans farklılıklarıyla birlikte bu gizli kapaklı ilişkinin daha açık bir biçimde yürütülmesiydi. Bu koşulları da sağlayan, hiç kuşku yok Kürt hareketinin deneyim ve birikimleri oldu. Nihayetinde 2013’te daha açık bir düzeyde başlasa da devlet ve hükümet, hala Kürt hareketini tasfiye etmekten medet umdu, bu nedenle süreci kendi kontrolünde ve kendi istediği biçimde yürütmeye kalktı. Kürt hareketinin birikimi, geçmişte yürütülen diyalog dönemlerinde edindiği deneyimi devlet ve AKP, daha doğrusu Erdoğan adına görüşmeleri yürüten ekibe bu olanakları tanımadı. Sürecin bu noktaya gelmesinin asıl nedeni kanımca budur. Süreci Kürt siyasal hareketini tasfiye için kullanmaktan vazgeçmeyen devlete ve onun yürütücüsü AKP ve Erdoğan’a teslim olmayan Kürt siyasal hareketi, bu yönüyle süreci devlet adına yürütenlerin, özellikle de Erdoğan’ın asıl yüzünü de ortaya çıkardı, inancındayım, bu doğrudur. Ayrıca 90’lara dönüş de tartışılıyor. Ancak kanımca geçmişle bugün arasında önemli farklar var.
Geçmişte devletin ordusu ve emniyet güçleri siyaset mekanizmasını etkileyerek onları kullanıyorlardı. Bugün durumun tersine döndüğünü söylemek mümkün. Yani artık siyaset mekanizması devletin ordusunu ve güvenlik güçlerini kullanıyor ve kendi istediği biçimde yönlendiriyor. Bu tablo, bizi şu sonuca da ulaştırabilir. Devletin siyaset mekanizmasının denetiminde bir askeri güç, daha doğru deyimle bir karanlık örgütlenme, yani Gladyo türü bir yapılanma vardır. Bu yapılanmada asker ve polisin, bürokrasinin içinden birileri olabilir ancak bu yapılanma bir bütün olarak adına sivil denilen, seçimle işbaşına gelmiş bir siyaseti mekanizmanın emrindedir. Yargıyı, orduyu, emniyeti büyük çoğunluğuyla tekeline alan bu mekanizma, savaştan medet umduğu için bu yapılanmayı örgütledi ve giderek saldırgan bir tutum takındı. Kendi geleceğini savaşta bulduğu için sivil infazlar da dahil ağır bir savaşa yöneldi. Hatta daha da ötesi, bu kesim bir iç savaşı bile tercih eder bir duruma geldi, diyebiliriz. İnfazların bu kadar açıktan olması ve saldırganlığın kitlesel imhaya yönelecek bir tarza gelmesinin bir nedeni de budur. Militan ırkçı ve milliyetçi kesim etki altına alınarak bir iç savaş çıkarılmak, halklar karşı karşıya getirilmek isteniyor. Bu durum karşısında Kürt hareketinin kendini savunma dışında bir seçeneğinin olmadığını görmek gerek. Belki ilan ediş biçimini, etki unsurlarının yeterince hesaplanmadığı, acelecilik ile yaşama geçirilmek istendiği gibi etkileri görerek bu dönemde kendini belirginleştiren öz savunma siyasetini eleştirebiliriz. Hatta bu öz savunmanın doğal sonucu olan öz yönetimi de eleştirebiliriz. Bu siyaseten mümkün. Ama saldırganlığı esas alan bir siyasetin karşısında yapılanları eleştirmek, abartmak yerine okumuzun sivri ucunun saldırgan devlet siyasetine olması gerektiğine inanıyorum. Şu da önemli tabii.
Sonuçta araya bir aksama girse de Türkiye’de sorunların diyalog ve müzakere ile çözümünü esas alan ve birlikte yaşamı tasavvur eden bir yol haritası belirlendi. Bu yol haritasında halkların umudu olan HDP’ye de ciddi roller düşüyor. Kürt siyasal hareketinin öz yönetim, öz savunma gibi birlikte yaşamın tek taraflı ilan edilmesi doğru olmayan ve en önemlisi de devamını getiremeyeceği bir yola başvurmak yerine sivil siyaseti güçlendirecek adımlar atması, en tercih edilen olmalıydı. Belki Kürt siyasal hareketinin uzun dönemli bir savaş hükümeti kurulacağı tespiti de bu siyasette etkili olmuştur ama buna rağmen siyasal tercihin bir talep olarak ortaya konması ile bir ilan olarak yaşama geçirilmesi arasında daha ustaca davranmasını beklemek, yanlış olmasa gerek.
Çünkü Kürt hareketinin geçmişi bu ustalığı gösterecek birikim ve deneyime sahiptir. Çok açıktır ki bu savaş Erdoğan’ın savaşıdır. Erdoğan’ın bu savaşı esas almasının temel nedeni de birlikte yaşama projesine sekte vurmak değil, giderek altından kayan zemini sağlamlaştırmak, yeniden pekiştirmek isteğidir. Erdoğan, cumhuriyete kavgalı bir siyasal kesimin temsilcisidir. İlk dönemlerinde kendi iktidarını pekiştirmek için demokrasinin, birlikte yaşamın ve bu arada Kürt sorununun demokratik çözümünü esas alan bazı yaklaşımların hayata geçmesine fırsat verdi. Bunu yaparken de, görünen o takiyeden çekinmedi. 2007’den sonra adım adım pekişen iktidarından sonra kendi gelecek tahayülünü yaşama geçirmek için Kürt hareketini de kullanmak istedi. Oslo ve 2013 sonrasındaki gelişmeler, bunu beceremediğini gösterdi.
Hatta Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın itiraf ettiği gibi Erdoğan’ın projesinin HDP’nin başarısı ile iflas etmesi onun intikamcı bir tutuma yönelmesini de sağladı. Bugün yaşanan da Erdoğan’ın Kürt hareketine yönelik intikamcı bir tutum sergilemesinden başka bir şey değil. O, Kürtlerle birlikte yaşamaktan değil, Kürtlerin kendisine biat etmemesinden şikayetçidir. Kürtlerin, devrimcilerin, ilerici ve yurtseverlerin, hatta AKP’nin gerçek yüzünü gören liberal ve İslamcı sivillerin, yurtsever-devrimci siyaset anlayışlarının bir anda AKP’ye sırtını dönmesi sıradan bir durum değil. AKP bu cumhuriyetin mağduruydu, iktidar erki olup yere daha sağlam basmaya başlayınca bu kez kendisi muktedir olmaya yöneldi. Gelelim birlikte yaşama; reddediliyor, hükmediyor.
'BAŞKANLIK HIRSI ÜLKEYİ FELAKETE SÜRÜKLEDİ'
Tiyatro Sanatçısı Kemal Ulusoy: Bence süreç her zaman risk altındaydı. Hükümetin yaptığı diyalog ve görüşmelerde de hep istemeyerek ve hep lütuf gibi davrandı. Bu yüzden de yaptıklarının da bir güvencesi de yoktu. Ve hep şantajlarla sürdürdü. Yaptığı görüşmeleri de attığı bazı adımları da isteksiz ve zoraki yaptı. Bu hükümetin en önemli adımı karşılıklı eylemsiz kararıydı. Ki bunu da ne zaman ki Tayip Erdoğan köşke çıktı dengeler de değişti. Yani bunu da ister başkanlık adına yapsın ister başka amaçlar uğruna yapsın sonuç tam bir felaket. Adeta bu geçen 2013 -2015 arası çatışmasızlığın intikamını alınmasına topyekün bir savaş açtı. Artık bu övünerek operasyonları başlatanların dahi kontrolünden çıkıyor. Eğer samimilerse kendileri 1990’lara dönülme tehlikesinden rahatsız oluyorlardı. Çünkü ‘o zaman köy yakma, işkence, failil meçhuller vardı. Şimdi demokrasi var’ diyordu Yalçın Akdoğan. Evet, nerededir Akdoğan Varto, Farqîn, Lice vs. yakıp yıkmaları, sivil infazlar yine köy ve orman yakmaları. 1990’dan farkı şu şimdi açıkça yapıyorlar. Ve her şeylerinin arkasında duran bu ülkenin cumhurbaşkanı var. Şu anda tek amacı savaşarak bir kaos yaratmak. Belki de kendini öyle kurtarmayı amaçlıyor... Tam bir diktatoryal bir yönetim. Her farklı bir ses söylem öneri vs. onun için onlar için suçludur ve ötekidir artık. Devlet resmen artık legal bir terör örgütüdür. Dolayısı ile halk görev ve misyonu böyle olmaması gereken devlet kurumlarını tanımaması olağandır. Halbuki devletin asıl görevi olan korumak ve yaşatmak olması gerekirken tam tersini yapıyor. Bu savaşı bu halk ve bu ülke için başlatmadı bence. Bu savaşı iktidarları için başlattılar. Eskiden derin devletler, Gladiolar, kendi tabirleri ile paraleller vs. şimdi meşru olmayan bir hükümet, yasal davranmayan ve yasak köşkle savaş yürüten ekipler var.
'BU SAVAŞTA EVLADIMI YİTİRDİM, ACISINI BİLİRİM'
Fotoğraf Sanatçısı Selim Toprak: Süreç orantısız ve acımasız beni doğrusu tedirgin ediyor. Tamamen sarayın kişisel egosu olarak görmemek mümkün değildir. Bu savaşın tek sorumsu olarak cumhurbaşkanını görüyorum 90’larda bile sivillere yönelik bu denli bir saldırıya şahit olmadım.
Dünyanın en diktatör yönetimlerinde bile savaşta bir kadını çıplak teşhir etmenin ahlaki yönünü görmedim. Savaşı dayatan cumhurbaşkanı ve AKP Kürtlerin seçim zaferini hazmedemedi ve bu savaşı dayatmanın tek sorumlularıdır. Her şeye rağmen Kürtler hala barışı savunuyorlarsa bu onurlu duruş görmemek onursuzluk yani savaşı dayatan çocuklarını bu kirli savaşa gönderirlerse bu savaş bu kadar uzun sürmez. Bu kirli savaşta oğlunu kaybeden biri olarak ben hala bu savaşın bitmesi taraftarıyım. Bu ülkedeki aydınlara, savaşa karşıyım diyen herkese sesleniyorum. Barıştan yana olsunlar, bu savaşı durduracak tek güç tüm yüreği yanan annelerinin gücüdür.
'AKP VE CUMHURBAŞKANI BARIŞI KULLANDI!'
Sanatçı Bülent Turan: Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın önce Kürt sorunu yoktur sözleriyle aslında bölgede ve Kürt hareketinde zaten Kürt sorunun çözümü için samimi adımlar attığı izlenimi olmayanlar açısından daha büyük bir güvensizlik yarattı. Cumhurbaşkanı ve AKP hükümetine olan güvensizlik AKP ye daha önce oy vermiş seçmeleri HDP’ye yaklaştırdı. HDP’yi düşman parti gibi sürekli ötekileştirmek gibi politikalar üreten Cumhurbaşkanı ve AKP hükümetinin Kürt sorununa yaklaşımları da özellikle barış gibi çok önemli bir gündemi kullandığı algısı uyandırdı. Özellikle Cumhurbaşkanın’ Kobanê düştü düşüyor’ sözleri ve Rojava’da DAİŞ’in saldırılarını cumhurbaşkanı ve AKP hükümetinin planlayıp organize ettiği kuşku ve algısı da sürecin inandırıcılığını bitirdi. Seçimden önce HDP’ye saldırılar AKP tarafından onay gördü hatta bizzat AKP tarafından planlandı. 400 vekili verin bu iş huzur içinde çözülsün diyen cumhurbaşkanı başkanlığa giden tek yolun HDP’nin baraj altında kalması olduğunu AKP’li vekillere her fırsatta ifade etti. HDP’nin barajı aşıp AKP’nin ciddi bir oy kaybetmesi ile başkanlık sisteminin hayal kırıklığına uğraması AKP’li bakanın bizzat ağzından şu sözlerle ifade edildi. Bundan sonra çözüm sürecinin filmini çekerler ifadesi bu süreci hükümetin bitirdiğinin kanıtı niteliğindeydi. Halkın devlet kurumlarına inanmamaları, güvenmemeleri meselesi aslında hükümetin duruşundan kaynaklı olduğu gerçeğidir daha önce KCK operasyonu adı altında 10 bine yakın insan hukuk katledilerek zindanlarda rehin alındı. Yine halka karşı işlenen saçların hiçbirinde hukuk adil kararlar vermedi. Hatta örtbas edilerek mağdur olanlar suçlandı. Sokak infazları bu kez açık bir şekilde devlet görevlileri tarafından yapıldı. Roboskî, Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol gibi vakalar. Sürekli kendisine karşı suç işleyen devleti tanımama meşru görmeme durumu oluştu. Kısaca halk devletin samimi ve inandırıcı olduğunu düşünmüyor. Bu savaşın 80 yıllık vesayet rejiminin bir başka versiyonu olan özünde çok değişmeyen cumhurbaşkanı ve AKP hükümetinin savaşı olduğunu düşünüyorum. Statükocu antidemokratik 12 Eylül Anayasası ile varlığını sürdürmek isteyenlerin savaşı. Barış meselesini kendi çıkar hesapları için kullanan oy gelirse Kürt kardeşim gelmezse Kürdü azarlayan nankör diyenlerin savaşı. 400 vekil vermezseniz kaos olur diyenlerin savaşı. İktidarın nimetleri ile zenginleşen yetmedi üstüne hırsızlık yapıp halkları soyanların savaşı. Birlikte yaşama projesine tüm bunları yapamadığı gerekçesi ile karşı çıkıyor. Birlikte yaşama projesine hırsızlık yapamadığı için 400 vekil çıkaramadığı için başkanlık sistemi getiremediği için karşı çıkıyor. Bu savaş gelişirse oyunun daha çok artacağını düşündüğü için bu çok önemli projeyi heba ediyor.
'AKP ÇÖZÜMÜ DEĞİL, TESLİM ALMAYI HEDEFLEDİ'
Şair Fadıl Öztürk: Barış sürecinin kanla önünün kesilmesinin en büyük nedeni, Kürt Özgürlük Hareketinin hem Kobanê ve hem de HDP süreciyle yüzde on barajını geçerek gittikçe her zamandan daha çok Türkiye çapında meşrulaşmasında aramak lazım. Çünkü AKP bu süreci, Kürt sorununu çözmek için değil, ‘çözümü’ oyalamayla bir umutsuzluğa dönüştürmeyi, toplumu geleceği hakkında karamsarlığa iterek teslim almayı amaçlıyordu. 7 Haziran, net bir biçimde onları hileleriyle sandığa gömdü. Hiç bir diktatör yenilgiyi kabul etme erdemine sahip olmadığı gibi, AKP’de sonun başlangıcını gördüğü için, iktidarda kalmak için kan dahil her yolunu denemeye başladı. Kendinden önce uygulanan ve sonuçları bilinen bütün şiddet uygulamalarını devreye soktu.
Ama köprünün altında çok sular akmıştı. Ne Türkiye eski Türkiye, ne de Kürtler eski Kürtlerdi... Şu anda uyguladıkları şiddetin amacı bir halkı tümden yok etmeye, o halkın örgütlülüğünü toptan imhaya yönelik bir şiddet değil. Bunu asla başaramayacağını kendileri de çok iyi biliyorlar. AKP’nin bu yeşil faşist şiddeti, çok iyi bir filmin, en güzel sahnesinde, iyi para getiren alınmış bir reklam gibidir. Reklam bitsin, filme devam edelim diye tahammül ettiğimiz bir durumdur sanki bugün...
İster gerilla ölüsü, ister asker ölüsü olsun aynı acıyı yaşatıyor hepimize. Bu anlamda bu seri ölüm imalat süreci, toplumsal bir kutuplaşmadan, bir ayrışmadan, bir saflaşmadan öteye, ölümlerle toplumun her kesimi diktatör tarafından korku ve paniğe boğarak, tüm toplumu teslim alma sürecidir. Süreci böyle okumakta fayda var. Tıpkı birden başladığı gibi, birden bitirile bilinir de. Hepimiz üstümüz başımız kan, içimiz dışımız nefretle yaralarımızla baş başa kalabiliriz birden. Özellikle Türkiye toplumunun yoksul kesiminin bedelini çok ağır ödediği ve çok pahalıya mal olan bir süreci yaşıyoruz hep beraber. Ölüler belki gömülür ama yarattıkları nefret asla gömülmez. Barış ve kardeşlik umutlarımızı bir daha gömmemizi, bir daha belirleyici olanın barışın değil şiddettin olması ve bizi bir daha şiddete tapınanlar olarak lanse ederek katilimizi vacip kılmak istiyorlar... Ve elbet gelecek geçmiş içinde gizlidir. Ve şimdiki zamanı biraz ötelediğimizde geçmiş/ geçmişimiz olacağına göre.
Devlet ve devlet kurumlarına güvensizliğin bir adımı olarak ilan edilen özerklik ilanları, bütün eleştirilere rağmen devletin başına yeni belalar açmak anlamından öteye, yeni yaşam alanlarının nüvesi olarak hayat bulsaydı keşke... Bu savaş, cumhuriyet kurulurken Kürtlerle beraber boynuna basılan ümmetçi kesimin, mazlumluktan diktatörlüğe dönüşme süreci, Türkiye’yi din, iman, kitap, kuranla ve ebetteki kanla, eve ebetteki katliamla teslim alma savaşıdır. Bir seçim yenilgisiyle geri çekilmeyecek gözü dönmüşlerin mazlumları köleleştirme savaşıdır.
İktidarda olanların ‘dinci’ olmaları sömürüyü ortadan kaldırmıyor, tam tersine o vahşi sömürüyü toplumun inançları kullanılarak gizlenmesine neden oluyor. Bu anlamda reddeden ‘birlikte yaşama projesi’ değildir. Bütün Türkiye’de yaşayanları köleleştirme, sürüleştirme ve iliklerine, Allahlarına kadar sömürme projesidir... Dahası, 7 Haziran seçimleriyle rüştünü ispat eden ve mayası tutan HDP’yi, dinci yeşil faşizme karşı, bir hayat cephesi olarak demokratik alanda mücadeleyi daha yukarı taşımamız lazım. Hayatın önümüze koyduğu görev budur bence." / Firatnews